Bırakın
maden çıkarmayı aranması bile faciaya dönüşüyor memleketimizde. Nedeni ise
bilim ve liyakate bakılmazlığın yanında, hukuksuzluk olduğunu da sanırım unutmamamız
gerekiyor. Hele de bu taşları yan yana koyduğumuzda, geçelim satrancı da tavla
dahil hiçbir taşlı düşünce oyununu dahi oynamamamız gerektiğini de itiraf etmeliyiz.
Çünkü düşünmeyi, düşündüğümüzü ifade etmeyi ve hesap yapmayı bilmiyoruz. Ya da
unutturdular bunları bize. Yani sadece aklımıza eseni sallayıp, sonra da tükürdüğümüzü
yalamaktan başka da bir halta yaramıyoruz. Misal mi arıyorsunuz bakın önce üst
katlardan başlayarak aşağıya doğru tüm çevrenize, fazla aramanıza da gerek
kalmadığını görürsünüz derhal.
Özellikle
de büyük yokluklarla ve bin bir güçlükle yaratılmış ve sadece halkın İmparator olduğu
bir Cumhuriyet ülkesinde, buna rağmen ve yüzyıl sonra, ilkel çağların despotik
ülkelerinde ancak yaşanabilir olan vasal bir halk vatandaşına dönüşen, yeni kimliğinize
nasıl everildiğinizi bir anımsayın ve lütfen buna bir de kendi payınızı ekleyin,
demek istediğimi hemen anlarsınız. Hele de yaşadığımız bu yokluk günlerinde, madenlerimizin
bile yabancılara kendi elimizle teslim edilmesi, ayrıca asla yadsınamayacak duyarsızlığımızın
da zirve noktasıdır. Hele de bu durum, yedi düvele karşı zaferle elde edilen bağımsızlığımızın,
acaba boşuna mı yapıldığının göstergesidir?
Babaların
arada sırada kimlikleri ve adresleri bilinmez olur. Lakin anaların adresi hep
aynı ve biriciktir. Çünkü esas yaratıcı olan aslında annedir. Dolasıyla da analar
daha kutsaldır. Doğumdan sonra bırakın ana sütü emmeyi, hayatımızın ilk adımlarını
bile atarken hep analarımızın yardımını aramadık mı? O halde gelin, boşuna anaerkil
olmamış ve bilimsellikleriyle de insanı yaratan (ilk oluş) ve yok edecek (Süpernova)
olan Güneşe tapmış olan ön Türk atalarımızı birlikte anımsarken, en azından genel
ve yerel seçimlerde daha fazla kadın yönetici ve onları daha da sorunlu, ilkeli
pozisyonlarda görmek istediğimizi de milletçe vurgulayalım. Ve de daha akıllı
ve ilkeli olduğumuzu kanıtlayalım.
Belki
de son günlerde hep tartışıldığı, hatta Atatürk’ün de döneminde ifade ettiği gibi
tek uluslu ve dinli bir Dünya Devleti kurup, Dünya savaşlarını da yok ederek,
daha fazla bilimle uğraşmaya insanlığı adayıp, 5 Milyar yıl kadar ömrü kalmış
olan güneşimizin soğurulmasını da (süpernova) yaşayıp hep birlikte son bulmadan
önce, birkaç katlı ışık hızına ulaşarak; sonsuza kadar insan neslini yeni
galaksilerde yaşatma şansını da bulabiliriz belki de. Kim bilebilir! O halde geleceğin
dili de olacak ya da çoktan olmuş olan ve bizi muhtemel uzaylılarla derhal anlaştırabilecek,
uzay dili Türkçemize bütün varlığımızla sahip çıkalım. Çünkü geleceğin gökte
değil; ama galaksilerde olduğunu bilelim. İşte bu düşünceyle de dış uzaya, resimde
görülen İstanbul’dan çıkış baz alınmıştır.
Yalnız
emperyalistin dünya devletinden anladığı, 2 ve 3 dünya devletleri halklarının içinde
ancak vasal olabileceği bir dünya birliğidir ki bu hiç unutulmamalıdır. O halde
olası böyle bir dünya birliği içinde, asla yeniden sınıflaşmaları oluşturacak hiçbir
emperyalist kalıntısı dahi yer almamalıdır. Zira hiç unutulmasın ki Sovyet
Sosyalizm döneminde bile imtiyazlı sınıf farkları yaratıldığı için, komünizme
varılamamış ve tekrar bir Dünya Savaşı yaşanarak, milyonlar telef olmuştu.
Bu
arada Şevki namlı, kendi var oluş nedeninden bile habersiz, beyinsiz ve ne
olduğu belirsiz salyalı sapkınlara, ağzımı bozarak üslup disiplinime zarar
vermek istemiyorum. Dolayısıyla da burada bu konuya son noktayı koyuyor ve ne
yazık ki böylelerine bugün vatandaş yapıldığım ülkemde, kendim ve ahde vefa
sahibi milletim adına, sevgili Atatürk’ümüzden milyonlarca defa özür dileyerek,
okurlarıma saygıyla ifade ediyorum.
Yerel
seçimlerde metropolleri ele geçirmek için yapılan şeriat acılı, din baharatlı,
otonom sirkeli vilayetler çorbası artık masaya kondu ve davet edildiniz.
Yersiniz, yemezsiniz siz bilirsiniz; ama sonuçlarına yine sizler katlanacaksınız
sonunda, bilesiniz. Yani aslında Atlantik emperyalist ittifakının baskısıyla olacağını
defalarca yazdığım bu davetin, Erdoğan avazlarını, hala değerlendiremiyorsanız,
artık herkese geçmiş olsun demek gerekecek bize de. Şayet bunu sağlayamazlarsa
da iktidarlarını uzatabilmek için elleri mahkûm, mevcut rejimle oynamayı
bırakmaktan başka da çareleri kalmayacaktır biraderlerin.
Her
türlü siyasi geleneği ve anayasal etiği, görev alırken de mecliste ve halk önünde
edilen bütün yeminleri, ellerinin tersiyle bir yana itenlerin, şimdilerde
açıkça beyan ettikleri “oy karşılığında hizmet” vaatlerini hangi ahlakla özdeş
kılarak, hala bu zihniyete oy vermeyi düşünebileceksiniz? Bu soruya cevap
veremeyecek veya hala kararsız olanlar, hiç olmazsa bunu bir zahmet düşünsünler
bari. Bu arada bir hatırlatma daha yapalım. Depremi çağırıp duruyorlar hanidir,
hani Allah korusun; ama belki de Batı bölgemiz merkezli büyük bir deprem, AKP
belasından da kurtaracak ülkemizi bunu da kim bilebilir ki, sayın okurlar...
Kaynak: Bazı alıntılar. (Hatıratlarla
Karşılaştırılmalı NUTUK – İBB yayınları)
§
SALTANATIN
KALDIRILMASI NEDİR?
Saltanat, Osmanlı İmparatorluğunda yönetim şekline
verilen isimdir. Osmanlı hanedanı, Oğuzların Kay Boyundan Ertuğrul Gazi'nin oğlu
ve Osmanlı Beyliği'nin kurucusu Osman Bey’e dayanıyordu. Bu hanedanın yönettiği
ve resmî adı Devlet-i Aliyye olan devletin kuruluşunun resmi tarihi 1299 yılıdır. Osmanlı sultanları, beyliği devlete dönüştüren
I. Murat’tan itibaren
halife unvanını da kullandılar. Bazen karıştırılır fakat saltanat ile halifelik
ayrı makamlardır.
Osmanlı hanedanının son padişahı Vahdettin’dir. Kurtuluş
Savaşı'nın ardından İtilaf Devletleri ülkeyi bölmek amacıyla Lozan Barış Konferansına
hem Ankara hem de İstanbul Hükümetlerini çağırdı. Bunun üzerine Mustafa Kemal
saltanatı kaldırmaya karar verdi. Bu karar Büyük Millet Meclisi'nde büyük
tartışmalara yol açtı, oylamalar hararetli geçti. Sonuç olarak 1 Kasım 1922 tarihli
bir kararname ile saltanat kaldırıldı. Osmanlı imparatorluğu ve hanedanı resmen
son buldu. Abdülmecit Efendi Büyük Millet Meclisi tarafından hatife seçildi.
Bir süre sonra halifelik de kaldırıldı.
RAUF BEY’İN SALTANAT VE HİLAFET KONUSUNDAKİ
DÜŞÜNCELERİ
Rauf Bey’den, padişahlık ve halifelik
konusundaki düşüncesinin ve kanısının ne olduğunu sordum. Verdiği yanıtta şu
açıklamalarda bulundu: “Ben, dedi, padişahlık ve halifelik makamına gönül ve
duygu bakımından bağlıyım. Çünkü benim babam, padişahın ekmeğiyle yetişmiş,
Osmanlı Devleti’nin ileri gelen adamları arasına geçmiştir. Benim de kanımda o
ekmekten kırıntılar vardır. Ben iyilik bilmez değilim ve olamam. Padişaha bağlı
kalmak borcumdur. Halifeye bağlılığım ise terbiyemin gereğidir. Bunlardan başka,
genel görüşlerim de vardır. Bizde genel durumu tutmak güçtür. Bunu ancak,
herkesin erişemeyeceği kertede yüksek görülmeye alışılmış bir makam sağlayabilir.
O da padişahlık ve halifeliktir. Bu makamı kaldırmak, onun yerine başka nitelikte
bir varlık koymaya çalışmak, yıkıma yol açar ve büyük acı doğurur; bu hiç uygun
bir iş olamaz.”
Rauf
Bey’den sonra, karşımda oturan Refet Paşa’dan düşüncesini sordum. Refet
Paşa’nın yanıtı şu idi; “Rauf Bey’in bütün düşünce ve görüşle tine katılırım.
Gerçekten bizde saltanattan, halifelikten başka bir yönetim biçimi söz konusu
olamaz...”
Ondan
sonra Fuat Paşa’nın düşüncesini öğrenmek istedim. Pasa Moskova'dan yeni geldiğinden
durumu, kamuoyunun düşünce ve duygusuna * n gereğince incelemeye daha zaman
bulamadığından söz ederek görüşülen konu üzerinde kesin bir düşünce ve görüş
ileri süremeyeceğini bildirdi. Ben kendilerine, kısaca şu yanıtı verdim: “Söz
konusu ettiğim sorun bugünün işi değildir. Mecliste kimilerinin korkup telaşa ve heyecana
kapılmasına da yer yoktur.”
Rauf
Bey bu yanıtımdan memnun göründü. Ama, şu ya da bu biçimde söz konusu sorun üzerinde
konuşmalar sürdürüldü. Akşamüzeri başlayan konuşmamız, bütün gece sabaha kadar
uzadı. Rauf Bey’in bir şeyi sağlamak istediğini sezinledim, benim halifelik, padişahlık
ve İleride alabileceğim durum üzerinde kendilerine söylediğim ve kendilerinin
de inandırıcı buldukları sözleri hana kürsüden kendi ağzımla Meclise söyletmek...
Kendilerine
söylediğim sözleri, olduğu gibi Meclis’e söylemekte sakınca görmediğimi bildirdim.
Dahası, bu sözleri kurşun kalemiyle bir kâğıt parçasına yazdım ve ertesi gün
bir sırasına getirip, bunlar Meclis’te söyleyeceğime söz verdim; bu sözümü de
yerine getirdim. Benim banları Meclis’te söylememi muhalifler Rauf Bey’in bir
başarısı savmışlar ve kendisini kutlamışlar.
ÇIKARLARINI KİRLİ BİR TAHTIN ÇÜRÜMÜŞ,
ÇÖKMÜŞ AYAKLARINA SARILMAKTA BULANLAR
Bütün çıkarlarını kirli bir tahtın
çürümüş, gören ve Tevfik Paşa ile benzeri paşalardan kurulmuş bulunan Vahdettin
hükümetinin, gizli amaçlarını ne olursa olsun kabul ettirmekten başka hiçbir
şeyle uğraşmadıkları anlaşılıyordu. Tevfik Paşa’nın bana çektiği telgrafa
[yanıt vermiştim], bunu almadığını bildirdikten sonra, 29 Ekim 1922 günlü
telgrafıyla ve sadrazam sanını kullanarak doğrudan doğruya Meclis Başkanlığına
başvurdu.
Bu telgrafın kapsamı Osmanlı çağının Tevfik Paşalarına
yaraşır bir biçimde idi. Tevfik Paşa ve arkadaşları bu telgraflarında,
kazanılan başarının elde edilmesine yardım ettiklerinden söz edecek kertede
ileri gidebilmişlerdir.
Efendiler, Osmanlı Devleti’nin yasal olmayan hükümeti
adını taşımak aymazlığında bulunan ve Tevfik Paşa ile Ahmet İzzet Paşa ve
benzerlerinden kurulan son Osmanlı Hükümeti üzerinde daha çok durmak yararsızdır.
Sözümü Meclis görüşmelerine getireceğim.
Söz konusu iş dolayısıyla 30 Ekim 1922 günü Meclis’te
görüşmeler başladı. Çok milletvekilleri çok sözler söylediler. İstanbul’daki
Osmanlı hükümetleri; Ferit Paşa evresinden sonra Tevfik Paşa perdesinin
açıldığını ve bu perdeyi açanların anlayıştan ve vicdandan yoksun birtakım
kişiler olduğunu belirterek bu adamların yasalar gereğince cezalandırılmalarını
istediler.
“Böyle bir anlayışta olan, yani bize bu denli akılsızca
önerilerde bulunan kişiler... gerçekten İstanbul Hükümeti’nin tarihsel
kimliğine imzasını koyan ve her şeyden çok oraya bağlı olan kişilerdir...”
dediler.
İstanbul’da, hükümet adını ve kimliğini takınan adamların,
Hıyanet-i Vataniye Kanunu’na göre cezalandırılmaları ile ilgili önergeler
okundu.
Efendiler, Osmanlı İmparatorluğu’nun yıkıldığını, yeni bir
Türkiye Devleti’nin doğduğunu, anayasa gereğince egemenlik haklarının ulusta olduğunu
belirten bir önerge düzenlendi. Seksenden çok arkadaşa imza ettirildi. Bu önergede
benim de imzam vardır.
Bu önerge okunduktan sonra, sert bir biçimde muhalif durum
alanların başında iki kişi göründü. Bunlardan biri Mersin Milletvekili Albay
Salahattin Bey’dir. İkincisi, İzmir’de asılan Ziya Hurşit’tir. Bunlar,
saltanatın kaldırılmaması kanısında bulunduklarını açıkça belirttiler.
OSMANLI SALTANATININ KALDIRILMASI KARARI VERİLDİĞİ GÜN,
TEŞKİLATI ESASİYE, ŞERATI ESASİYE, ŞERİYE VE ADLİYE KOMİSYONLARININ ORTAK
TOPLANTISI
Efendiler, 31 Ekim 1922 günü Meclis
toplanmadı. O gün Müdafaa-i Hukuk Grubu toplantısı oldu. Bu toplantıda, Osmanlı
Egemenliğinin kaldırılmasının zorunlu olduğu üzerine konuştum. 1 Kasım 1922
günü, Meclis toplantısında yine bu konu üzerinde uzun tartışma1ar yapıldı. Meclis’te
de ayrıntılı bir konuşma yapmak gereğini duydum. İslam ve Türk tarihinden söz
açarak halifelikle saltanatın ayrılabileceğini, millî egemenlik katının Türkiye
Büyük Millet Meclisi olabileceğini tarihsel olaylara dayanarak anlattım.
Hülâgû’nun, Halife Mutasım’ı asıp dünya yüzünde halifeliğe fiilî olarak son
verdiğini, eğer 1517’de Mısır’ı ele geçiren Yavuz, orada halife sanını taşıyan
bir sığıntıya önem vermeseydi, halifelik sanının zamanımıza dek miras olarak gelemeyeceğini
anlattım.
Bundan sonra, bu sorun ile ilgili önergeler üç komisyona;
Anayasa, Din İşleri, Adalet komisyonlarına verildi. Bu üç komisyon üyelerinin bir
araya gelip bizim güttüğümüz amaca göre, sorunu çözüp sonuçlandırmaları elbette
güçtü. Durumu yakından ve kendim izlemem gerekti.
KARMA KOMİSYONA ANLATTIĞIM GERÇEK
Üç komisyon bir odada toplandı. Başkanlığa
Hoca Müfit Efendi seçildi. Sorunu görüşmeye başladılar. Din İşleri Komisyon
üyesi olan hoca efendiler, herkesçe bilinen uydurma sözlere dayanarak
halifeliğin saltanattan ayrılamayacağını savladılar. Bu savları çürütmek için
özgür düşünceli kimseler de ortaya çıkar görünmedi. Biz, çok kalabalık olan bu
odanın bir köşesinde tartışmaları dinliyorduk. Bu biçim görüşmelerin, istenilen
sonuca varmasını beklemek boşunaydı. Bunu anladık. En sonu, Karma Komisyon
Başkanından söz aldım. Önümdeki sıranın üstüne çıktım. Yüksek sesle şunları
söyledim “Efendiler, dedim, egemenliği hiç kimse, hiç kimseye, bilim gereğidir
diye görüşmeyle, tartışmayla veremez.
Egemenlik, güçle, kudretle ve zorla
alınır Osmanoğulları, zorla Türk milletinin egemenliğine el koymuşlardı. Bu
yolsuzluklarını altı yüzyıldan beri sürdürmüşlerdi. Şimdi de Türk milleti bu
saldırganlara, artık yeter diyerek ve bunlara karşı ayaklanarak egemenliği
eline almış bulunuyor. Bu bir oldubittidir. Söz konusu olan, ulusa saldıranlara
egemenliğini bırakacak mıyız, bırakmayacak mıyız sorunu değildir. Sorun, zaten
gerçekleşmiş bir olayı yasa ile saptamaktan başka bir şey değildir. Bu, kesinlikle
yapılacaktır. Burada toplananlar, Meclis ve herkes sorunu doğal bulursa, sanırım
ki uygun olur. Yoksa» yine gerçek, yöntemine göre saptanacaktır; ama, belki
birtakım katalar kesilecektir.
İşin bilimsel yönüne gelince, hoca
efendilerin üzülmelerine ve kaygılanmalarına hiç yer yoktur: Bu konuda
bilimsel açıklamalarda bulunayım,” dedim ve uzun uzadıya birtakım açıklamalar
yaptım. Bunun üzerine, Ankara milletvekillerinden Hoca Mustafa Efendi:
“Bağışlayınız efendim; biz sorunu başka bakımdan ele almıştık, açıklamalarınızdan
aydınlandık,” dedi. Sorun, Karma Komisyon’ca bir çözüme bağlanmıştı.
OSMANLI SALTANATININ ÇÖKME VE DAĞILMA TÖRENİNİN SON EVRESİ
Yasa tasarısı aceleyle saptandı. O gün,
Meclis’in ikinci oturumunda okundu. Açık oya konulması önerisine karşı kürsüye
çıktım.
Dedim ki, “Buna gerek yoktur. Ülkenin ve milletin
bağımsızlığını sonsuza kadar koruyacak ilkeleri yüce Meclis’in oybirliği ile
kabul edeceğini sanırım.” “Oylansın!” sesleri yükseldi. En sonu, başkan oya
koydu ve “Oybirliği ile kabul edilmiştir,” dedi. Yalnız aykırı bir ses
işitildi: “Ben karşıyım!” Bu ses, “Söz yok!” sesleri ile boğuldu. İşte efendiler,
Osmanlı egemenliğinin çökme ve ortadan kalkma töreninin son evresi böyle
geçmiştir.
HAİN VAHDETTİN BİR İNGİLİZ SAVAŞ GEMİSİYLE İSTANBUL'DAN
KAÇIYOR
17 Kasım 1922 günlü resmî bir
telgrafın ilk tümcesi şu idi: “Vahdettin Efendi, bu gece saraydan kaçmıştır.”
Bu telgrafın daha bir iki tümcesini, 18 Kasım 1922 günlü Meclis Tutanak Dergisi'nde
okumuşsunuzdur. Ama telgrafta, bu kaçışa kimlerin aracılık etmiş
olabileceğinden söz edildiği gibi kutsal emanetlerin nasıl korunduğunu bildiren
cümlelerde vardı.
Yine o gün, Meclis'te okunmuş bir mektubun örneği ile ona
ilişik bulunan ve ajanslarla yayımlanmış olan bir bildiri örneğini de tutanaktan
okuyalım:
Mustafa
Kemal –NUTUK-
Mektup Örneği 17
Kasım 1922
Bir
nüshasını ilişik olarak sunduğum resmi bildiride yazıldığı gibi, Padişah
Hazretleri İngiltere’nin koruyuculuğuna sığınarak bir İngiliz savaş gemisiyle
İstanbul'dan ayrılmıştır...
İmza
Harington
Mektuba
Ekli bildirinin örneği
Resmî olarak bildirilir ki. Padişah
Hazretleri bugünkü durum karşısında özgürlüğünü ve canını tehlikede
gördüğünden, bütün Müslümanların halifesi kimliği ile hem İngiliz
koruyuculuğunu hem de İstanbul'dan başka bir yere götürülmesini istemiştir.
Padişah Hazretleri’nin isteği bu sabah yerine getirilmiştir. Türkiye'deki
İngiliz Kuvvetlerinin Başkomutanı General Sir Charles Harington, Padişah Hazretleri'ni
almaya giderek, bir İngiliz savaş gemisine dek kendisine eşlik etmiştir.
Padişah Hazretleri’ni gemide Akdeniz Filosu Genel Komutam Amiral Sir De Brock
karşılamıştır. İngiltere Olağanüstü Komiser Vekili Sir Nevill Henderson,
Padişah Hazretlerini gemide görmeye gitmiş ve Kral V. George’a bildirilmek
üzere isteklerini sormuştur.
General
Harington’un Ulviye Sultan adında bir kadına gönderdiği Fransızca bir mektup da
vardır. Bu mektup, “hiçbir yanıt verilmemiş okluğu” açıklamasıyla Refet Paşa'ya
gönderilmiş. O da bize, 25 Kasım 1922’de bir örneğini göndermişti. Fransızca
mektubun bize gönderilen Türkçe örneği şudur:
Sultan
Hanımefendi Hazretleri
Şimdi
Malta’ya yaklaşmakta bulunan Padişah Hazretleri’nden, ailesinin durumu üzerine
bilgi rica eden bir telsiz aldım. Bu konuda, geçen cumartesi, Yıldız’dan
[Yıldız Sarayı] bilgi almış ve Kadınefendi Hazretleri’nin sağ, esen ve keyfi
yerinde olduklarını öğrenerek hemen Padişah Hazretleri'ne duyurmuştum. Eğer Padişah
Hazretleri’nin aileleriyle ilgili yeni bilgiler vermek iyiliğinde
bulunabilirseniz, onu da hemen Padişah Hazretleri’ne ulaştırmakla mutlu olurum.
Padişah Hazretleri’nin içinde bulundukları güçlükler dolayısıyla en içten
dileklerimi yüce kişiliğinize ve padişah ailesine sunmama izin vermenizi ve en
derin saygılarımla yücelik dileklerimin kabulünü rica ederim. İmza
Harington
SOYLU
BİR ULUSU ACİZ BİR DURUMA DÜŞÜREN ALÇAK
Efendiler, bu son mektup, üzerinde
durulmaya değer nitelikte değildir. Bundan başka, General Harington’un,
İstanbul’daki askeri görevlimize yazdığı mektup ile ekini de irdelemeyi gereksiz
bulurum. Kamuoyunu gerçek durumla karşı karşıya bırakmayı yeğlerim. Egemenliği
atadan oğula geçirmek gibi yanlış bir yöntem sonucu olarak büyük bir makam, gösterişli
bir san kazanabilmiş bir alçağın, onuru çok yüksek olan soylu bir ulusu nasıl
aciz bir duruma düşürebileceği kendiliğinden anlaşılır.
Gerçekten,
neden ve nasıl olursa olsun, Vahdettin gibi özgürlüğünü ve canını kendi ulusu
içinde tehlikede görebilecek kertede aşağılık bir yaratığın bir dakika bile
olsa, bir milletin başında bulunduğunu düşünmek ne acıklıdır! Şuna kıvanabiliriz
ki, bu alçak, miras aldığı padişahlık katından Türk milletince atıldıktan
sonra alçaklığını tamamlamış bulunuyor. Türk milletinin bu davranış önceliği
elbette övülmeye değer.
Beceriksiz,
aşağılık, duygu ve anlayıştan yoksun bir yaratık, kendisini kabul eden herhangi
bir yabancının kanadı altına sığınabilir; ama, böyle bir yaratığın, bütün
Müslümanların Halifesi kimliğini taşıdığını söylemek elbette doğru değildir.
Böyle bir görüşün doğru olabilmesi, her şeyden önce, bütün Müslüman toplumların
tutsak olmaları koşuluna bağlıdır. Oysa, dünyada gerçek böyle midir? Biz
Türkler, bütün tarihimiz boyunca özgürlüğe ve bağımsızlığa simge olmuş bir
milletiz. Değersiz yaşamlarını iki buçuk gün daha alçakçasına sürükleyebilmek için
her türlü düşkünlüğü sakıncasız bulan halifeler oyununu da ortadan
kaldırabildiğimizi gösterdik. Böylece devletlerin, milletlerin, birbirleriyle
olan ilişkilerinde, kişilerin, özellikle kendi devletinin ve milletinin
zararına da olsa kişisel durumlarından ve canlarından başka bir şey
düşünemeyecek aşağılık kişilerin önemi olamayacağı yolundaki herkesçe bilinen
gerçeği doğruladık.
Uluslararası
ilişkilerde mankenlerden yararlanmak yöntemine, düşkünlük
çağına son vermek uygar dünyanın içten gelen bir dileği olmalıdır!
TÜRKİYE HALKI KAYITSIZ VE ŞARTSIZ
EGEMENLİĞİNE SAHİPTİR
Türkiye halkının kayıtsız ve şartsız
egemenliğini elinde tuttuğunu bir kez daha ve kesinlikle söylüyorum. Egemenlik,
hiçbir anlamda, hiçbir biçimde, hiçbir renk ve belirtide ortaklık kabul etmez.
Sanı ister halife olsun ister ne olursa olsun, hiç kimse bu milletin alın
yazısında ona ortak çıkamaz. Millet, buna kesinlikle göz yumamaz. Bunu
önerecek hiçbir milletvekili bulunamaz. Bunun için, kaçak halifeyi halifelikten
çıkarmakta, yenisini seçmekte ve bu konu ile ilgili bütün işlemlerde,
söylediğim görüşlere uymak zorunludur. Başka türlü hiçbir şey yapılamaz.
Saygıdeğer efendiler, biraz tartışmalı
ve gürültülü olmakla birlikte, Meclis’in çoğunluğu, yapılacak işlem üzerinde
görüş birliğine vardı. Alınacak sonucun ne olduğunu biliyorsunuz.
Saltanatın kaldırılması üzerine
İstanbul’da hükümet adını taşıyan Tevfik ve İzzet Paşalarla arkadaşlarının
çekilme yazılarını saraya nasıl verdiklerinden, İstanbul’un yönetimini
düzenlemek için verdiğimiz emirlerden ve direktiflerden de söz ederek yüksek
kurulunuzu yormayı yararlı bulmuyorum.
MİLLETİN BENİM İÇİN BESLEDİĞİ SEVGİ VE
GÜVENİ GÖSTERMESİ
Bu
sözlerim ajansta ve basında yer aldı. Millet, konuşmamı ve soruyu öğrendi.
Yurdun bütün seçim bölgelerindeki gerçek seçmenler ve halk, hemen, Meclis Başkanlığı’na
protesto yazıları yağdırdılar. Yasa tasarısına imza atan milletvekili efendilerin
seçim bölgeleri halkı da onları ve onlarla görüş birliğinde olanları kınamakta
gecikmediler. Milletin, benim için gösterdiği sevgi ve güveni içtenlikle belirtmesi
bakımından değerli birer anı olarak saklamakta olduğum bu telgrafları büyük bir dosya
tutmaktadır. Bu dosyadaki telgraflar, zamanında gazetelerde de yayımlanmıştı.
Ben, burada yalnız bir seçim bölgesinin, Rize'nin, bana
çektiği bir telgrafı, olduğu gibi sunmakla yetineceğim:
Üç milletvekili beyin, Seçim Yasası ile
ilgili, bilinen önergesine sancağımız milletvekillerinin katılmayacağı
kanısıyla bir şey yazmayı gerekli görmemiştik. Şimdi Milletvekili
Osman Efendi’den aldığımız mektupta, kendisinin o önerge ile
ilgili bulunduğunu ve muhalif gruptan olduğunu Övünürcesine
bildirmesi üzerine, şunları bilgilerinize sunmak zorunda kaldık:
1.(İçten gelen övücü sözlerden
sonra) Size ve sayın değerli çalışma arkadaşlarınıza karşı sancağımız adına
söz söyleyen ve aykırı görüş besleyen ve bizce hiçbir değeri ve önemi olmayan
milletvekilini lanetleriz. Onun sancağımızı temsil etmek hakkı da olamaz.
2. Şu zamanda, vatansızların
bile katılmayacağı muhalifliği ve karıştırıcılığı bize öğütleyen milletvekili
beyin, görüşüne katılacak bir tek kişinin bile sancağımızda bulunmadığını
kıvanarak ve üstün saygılarımızla bilgilerinize sunarız efendim.
İmzalar
YENİDEN
SEÇİM YAPILMASI KARARI
Saygıdeğer efendiler, Birinci Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin, olaylarını
anlattığımız günlerdeki, karışık ruh durumu, gerçekten düşünülmeye değer bir
nitelik aldı. Bütün millette, Meclis’in görev yapamayacak bir duruma geldiği kaygısı
sezilmeye başladı. Meclis’te, durumu soğukkanlı ve sağgörü
ile usa vurup inceleyenler bile üzüntülerini açığa vurmaktan indilerini alamıyorlardı.
Artık Meclis yenilenmedikçe, milletin ve ülkenin ağır ve
sorumluluğu gerektiren işlerinin yürütülemeyeceğine kuşku kalmamıştı. Bunun
zorunlu olduğuna ben de inandım. Bir gece Başbakan Rauf Bey’in, istasyondaki
konutunda, Bakanlar Kurulu’nu toplantıya çağırmasını, benim de geleceğimi
telefonla bildirdim.
Rauf
Bey’in konutunda toplanan Bakanlar Kurulu’na, Meclis’in yenilenmesini Meclis’e
önermek gerektiğini söyledim. Kısa bir tartışmadan sonra, Bakanlar Kurulu ile
görüş birliğine vardık. Gene o gece, Meclis’teki Anadolu ve Rumeli Müdafaa-i
Hukuk Grubu Yönetim Kurulu’nu da Bakan- Kurulu toplantısına çağırdım. Bu yönetim
kurulu içinde, önerimi yersiz şaşanlar oldu. Görüşmeler ve tartışmalar ertesi
güne kadar sürdü, olmakla birlikte bu kurulla da anlaştık. Ondan sonra hemen
Grup Genel
Kurulu’nu topladım. Bu toplantıda yurdun genel durumunu, aceleyle görülmesi gereken
ulus işlerini anlattım; Meclis’in artık bu görevleri yapmaya yeteneği
kalmadığını söyleyip kanıtlayarak, Meclis’ten, seçimlerin yenilenmesine karar
vermesini istemek gerektiğini bildirdim. Grup Genel Kurulu, sözlerimi ve
açıklamalarımı iyi karşıladı. Bunun üzerine konu gene o gün 1 Nisan 1923’te
Meclis’e götürüldü, Yüz yirmiye yakın üye, bir önerge ile Meclis’e, seçimlerin
yenilenmesi için bir yasa tasarısı sundu. Meclis, yeniden seçim yapılması ile
ilgili yasayı oybirliği ile kabul etti.
Meclis’in bu kararı vermesi devrim
tarihimizde önemli bir noktadır. Çünkü bu yasayı çıkarmakla Meclis, kendinde
beliren hastalığı kabul ettiğini ve bundan dolayı milletin duyduğu üzüntüyü
anlamış olduğunu gösterdi.
LOZAN KONFERANSININ
İKİNCİ EVRESİ VE YENİ SEÇİMLERDE MİLLETİN GÖSTERDİĞİ UYANIKLIK
Efendiler
Lozan Konferansı 23 Nisan 1923’te yeniden toplandı. Delegeler Heyeti’miz,
Lozan’da barışı sağlamaya çalışırken, ben de yeni seçimlerle uğraşıyordum.
Yeni seçimlere, bildiğiniz ilkelerimizi
ilan ederek girdik. Görüşlerimizi benimseyip milletvekili olmak isteyen
kişiler, önce ilkeleri benimsediğini ve görüşlerimize katıldığını bana
bildiriyorlardı. Adayları ben saptayacaktım ve zamanında partimiz adına ben
ilan edecektim.
Böyle
bir yöntem izlemeyi gerekli görmüştüm; çünkü, yapılacak seçimlerde milleti
aldatarak çeşitli amaçlarla milletvekili olmaya çalışacakların çok olduğunu
biliyordum. Yurdun her yerinde, konuşmalarım ve uyarılarım büyük bir
içtenlikle ve güvenle karşılandı.
Bütün millet,
ortaya attığım ilkeleri bütünüyle benimsedi ilkelere ve dahası, bana bile muhalif
durum alacakların milletçe milletvekilliğine seçilemeyecekleri anlaşıldı. Mustafa Kemal -NUTUK-
Serendip Altındal
Özün Kişiliğindir..
Özün Kişiliğinin Aynasıdır (Eski
makaleler)
serendipaltindal02.blogspot.com