Blog Arşivi

1 Mart 2024 Cuma

SONSUZA YAŞAM..

 


            Bırakın maden çıkarmayı aranması bile faciaya dönüşüyor memleketimizde. Nedeni ise bilim ve liyakate bakılmazlığın yanında, hukuksuzluk olduğunu da sanırım unutmamamız gerekiyor. Hele de bu taşları yan yana koyduğumuzda, geçelim satrancı da tavla dahil hiçbir taşlı düşünce oyununu dahi oynamamamız gerektiğini de itiraf etmeliyiz. Çünkü düşünmeyi, düşündüğümüzü ifade etmeyi ve hesap yapmayı bilmiyoruz. Ya da unutturdular bunları bize. Yani sadece aklımıza eseni sallayıp, sonra da tükürdüğümüzü yalamaktan başka da bir halta yaramıyoruz. Misal mi arıyorsunuz bakın önce üst katlardan başlayarak aşağıya doğru tüm çevrenize, fazla aramanıza da gerek kalmadığını görürsünüz derhal.

           

            Özellikle de büyük yokluklarla ve bin bir güçlükle yaratılmış ve sadece halkın İmparator olduğu bir Cumhuriyet ülkesinde, buna rağmen ve yüzyıl sonra, ilkel çağların despotik ülkelerinde ancak yaşanabilir olan vasal bir halk vatandaşına dönüşen, yeni kimliğinize nasıl everildiğinizi bir anımsayın ve lütfen buna bir de kendi payınızı ekleyin, demek istediğimi hemen anlarsınız. Hele de yaşadığımız bu yokluk günlerinde, madenlerimizin bile yabancılara kendi elimizle teslim edilmesi, ayrıca asla yadsınamayacak duyarsızlığımızın da zirve noktasıdır. Hele de bu durum, yedi düvele karşı zaferle elde edilen bağımsızlığımızın, acaba boşuna mı yapıldığının göstergesidir?

 

            Babaların arada sırada kimlikleri ve adresleri bilinmez olur. Lakin anaların adresi hep aynı ve biriciktir. Çünkü esas yaratıcı olan aslında annedir. Dolasıyla da analar daha kutsaldır. Doğumdan sonra bırakın ana sütü emmeyi, hayatımızın ilk adımlarını bile atarken hep analarımızın yardımını aramadık mı? O halde gelin, boşuna anaerkil olmamış ve bilimsellikleriyle de insanı yaratan (ilk oluş) ve yok edecek (Süpernova) olan Güneşe tapmış olan ön Türk atalarımızı birlikte anımsarken, en azından genel ve yerel seçimlerde daha fazla kadın yönetici ve onları daha da sorunlu, ilkeli pozisyonlarda görmek istediğimizi de milletçe vurgulayalım. Ve de daha akıllı ve ilkeli olduğumuzu kanıtlayalım.

 

            Belki de son günlerde hep tartışıldığı, hatta Atatürk’ün de döneminde ifade ettiği gibi tek uluslu ve dinli bir Dünya Devleti kurup, Dünya savaşlarını da yok ederek, daha fazla bilimle uğraşmaya insanlığı adayıp, 5 Milyar yıl kadar ömrü kalmış olan güneşimizin soğurulmasını da (süpernova) yaşayıp hep birlikte son bulmadan önce, birkaç katlı ışık hızına ulaşarak; sonsuza kadar insan neslini yeni galaksilerde yaşatma şansını da bulabiliriz belki de. Kim bilebilir! O halde geleceğin dili de olacak ya da çoktan olmuş olan ve bizi muhtemel uzaylılarla derhal anlaştırabilecek, uzay dili Türkçemize bütün varlığımızla sahip çıkalım. Çünkü geleceğin gökte değil; ama galaksilerde olduğunu bilelim. İşte bu düşünceyle de dış uzaya, resimde görülen İstanbul’dan çıkış baz alınmıştır.

 

            Yalnız emperyalistin dünya devletinden anladığı, 2 ve 3 dünya devletleri halklarının içinde ancak vasal olabileceği bir dünya birliğidir ki bu hiç unutulmamalıdır. O halde olası böyle bir dünya birliği içinde, asla yeniden sınıflaşmaları oluşturacak hiçbir emperyalist kalıntısı dahi yer almamalıdır. Zira hiç unutulmasın ki Sovyet Sosyalizm döneminde bile imtiyazlı sınıf farkları yaratıldığı için, komünizme varılamamış ve tekrar bir Dünya Savaşı yaşanarak, milyonlar telef olmuştu.

 

            Bu arada Şevki namlı, kendi var oluş nedeninden bile habersiz, beyinsiz ve ne olduğu belirsiz salyalı sapkınlara, ağzımı bozarak üslup disiplinime zarar vermek istemiyorum. Dolayısıyla da burada bu konuya son noktayı koyuyor ve ne yazık ki böylelerine bugün vatandaş yapıldığım ülkemde, kendim ve ahde vefa sahibi milletim adına, sevgili Atatürk’ümüzden milyonlarca defa özür dileyerek, okurlarıma saygıyla ifade ediyorum.

 

            Yerel seçimlerde metropolleri ele geçirmek için yapılan şeriat acılı, din baharatlı, otonom sirkeli vilayetler çorbası artık masaya kondu ve davet edildiniz. Yersiniz, yemezsiniz siz bilirsiniz; ama sonuçlarına yine sizler katlanacaksınız sonunda, bilesiniz. Yani aslında Atlantik emperyalist ittifakının baskısıyla olacağını defalarca yazdığım bu davetin, Erdoğan avazlarını, hala değerlendiremiyorsanız, artık herkese geçmiş olsun demek gerekecek bize de. Şayet bunu sağlayamazlarsa da iktidarlarını uzatabilmek için elleri mahkûm, mevcut rejimle oynamayı bırakmaktan başka da çareleri kalmayacaktır biraderlerin.

 

            Her türlü siyasi geleneği ve anayasal etiği, görev alırken de mecliste ve halk önünde edilen bütün yeminleri, ellerinin tersiyle bir yana itenlerin, şimdilerde açıkça beyan ettikleri “oy karşılığında hizmet” vaatlerini hangi ahlakla özdeş kılarak, hala bu zihniyete oy vermeyi düşünebileceksiniz? Bu soruya cevap veremeyecek veya hala kararsız olanlar, hiç olmazsa bunu bir zahmet düşünsünler bari. Bu arada bir hatırlatma daha yapalım. Depremi çağırıp duruyorlar hanidir, hani Allah korusun; ama belki de Batı bölgemiz merkezli büyük bir deprem, AKP belasından da kurtaracak ülkemizi bunu da kim bilebilir ki, sayın okurlar...

Kaynak: Bazı alıntılar. (Hatıratlarla Karşılaştırılmalı NUTUK – İBB yayınları)

§

 

SALTANATIN KALDIRILMASI NEDİR?

 

Saltanat, Osmanlı İmparatorluğunda yönetim şekline verilen isimdir. Osmanlı hanedanı, Oğuzların Kay Boyundan Ertuğrul Gazi'nin oğlu ve Osmanlı Beyliği'nin kurucusu Osman Bey’e dayanıyordu. Bu hanedanın yö­nettiği ve resmî adı Devlet-i Aliyye olan devletin kuruluşunun resmi tarihi 1299 yılıdır. Osmanlı sultanları, beyliği devlete dönüştüren I. Murat’tan itibaren halife unvanını da kullandılar. Bazen karıştırılır fakat saltanat ile ha­lifelik ayrı makamlardır.

Osmanlı hanedanının son padişahı Vahdettin’dir. Kurtuluş Savaşı'nın ardından İtilaf Devletleri ülkeyi böl­mek amacıyla Lozan Barış Konfe­ransına hem Ankara hem de İstan­bul Hükümetlerini çağırdı. Bunun üzerine Mustafa Kemal saltanatı kaldırmaya karar verdi. Bu karar Bü­yük Millet Meclisi'nde büyük tartış­malara yol açtı, oylamalar hararetli geçti. Sonuç olarak 1 Kasım 1922 ta­rihli bir kararname ile saltanat kaldırıldı. Osmanlı imparatorluğu ve hanedanı resmen son buldu. Abdülmecit Efendi Büyük Millet Meclisi ta­rafından hatife seçildi. Bir süre son­ra halifelik de kaldırıldı.

 

   RAUF BEY’İN SALTANAT VE HİLAFET KONUSUNDAKİ DÜŞÜNCELERİ

      Rauf Bey’den, padişahlık ve halifelik konusundaki düşüncesinin ve kanısının ne olduğunu sordum. Verdiği yanıtta şu açık­lamalarda bulundu: “Ben, dedi, padişahlık ve halifelik makamına gönül ve duygu bakımından bağlıyım. Çünkü be­nim babam, padişahın ekmeğiyle yetişmiş, Osmanlı Devleti’nin ileri gelen adamları arasına geçmiştir. Benim de kanımda o ekmekten kırıntılar vardır. Ben iyilik bilmez değilim ve olamam. Padişaha bağlı kalmak borcumdur. Halifeye bağlılığım ise terbiyemin gereğidir. Bunlardan başka, genel görüş­lerim de vardır. Bizde genel durumu tutmak güçtür. Bunu ancak, herkesin erişemeyeceği kertede yüksek görülmeye alışılmış bir makam sağlayabilir. O da padişahlık ve halifeliktir. Bu makamı kaldırmak, onun yerine başka ni­telikte bir varlık koymaya çalışmak, yıkıma yol açar ve büyük acı doğurur; bu hiç uygun bir iş olamaz.”

Rauf Bey’den sonra, karşımda oturan Refet Paşa’dan düşüncesini sordum. Refet Paşa’nın yanıtı şu idi; “Rauf Bey’in bütün düşünce ve görüşle tine katılırım. Gerçekten bizde saltanattan, halifelikten başka bir yönetim biçimi söz konusu olamaz...”

Ondan sonra Fuat Paşa’nın düşüncesini öğrenmek istedim. Pasa Moskova'dan yeni geldiğinden durumu, kamuoyunun düşünce ve duygusuna * n gereğince incelemeye daha zaman bulamadığından söz ederek görüşülen konu üzerinde kesin bir düşünce ve görüş ileri süremeyeceğini bildirdi. Ben kendilerine, kısaca şu yanıtı verdim: “Söz konusu ettiğim sorun bugünün işi değildir. Mecliste kimilerinin korkup telaşa ve heyecana kapılmasına da yer yoktur.”

     Rauf Bey bu yanıtımdan memnun göründü. Ama, şu ya da bu biçimde söz konusu sorun üzerinde konuşmalar sürdürüldü. Akşamüzeri başlayan konuşmamız, bütün gece sabaha kadar uzadı. Rauf Bey’in bir şeyi sağlamak istediğini sezinledim, benim halifelik, padişahlık ve İleride alabileceğim durum üzerinde kendilerine söylediğim ve kendilerinin de inandırıcı buldukları sözleri hana kürsüden kendi ağzımla Meclise söyletmek...

         Kendilerine söylediğim sözleri, olduğu gibi Meclis’e söylemekte sa­kınca görmediğimi bildirdim. Dahası, bu sözleri kurşun kalemiyle bir kâğıt parçasına yazdım ve ertesi gün bir sırasına getirip, bunlar Meclis’te söyleyeceğime söz verdim; bu sözümü de yerine getirdim. Benim banları Meclis’te söylememi muhalifler Rauf Bey’in bir başarısı savmışlar ve kendisini kutlamışlar.

 

ÇIKARLARINI KİRLİ BİR TAHTIN ÇÜRÜMÜŞ, ÇÖKMÜŞ AYAKLARINA SARILMAKTA BULANLAR

 

       Bütün çıkarlarını kirli bir tahtın çürümüş, gören ve Tevfik Paşa ile benzeri paşalardan kurulmuş bulunan Vahdettin hükümetinin, gizli amaçlarını ne olursa olsun kabul ettir­mekten başka hiçbir şeyle uğraşmadıkları anlaşılıyordu. Tevfik Paşa’nın bana çektiği telgrafa [yanıt vermiştim], bunu almadığını bildirdikten son­ra, 29 Ekim 1922 günlü telgrafıyla ve sadrazam sanını kullanarak doğrudan doğruya Meclis Başkanlığına başvurdu.

Bu telgrafın kapsamı Osmanlı çağının Tevfik Paşalarına yaraşır bir biçimde idi. Tevfik Paşa ve arkadaşları bu telgraflarında, kazanılan başarının elde edilmesine yardım ettiklerinden söz edecek kertede ileri gidebilmişlerdir.

Efendiler, Osmanlı Devleti’nin yasal olmayan hükümeti adını taşı­mak aymazlığında bulunan ve Tevfik Paşa ile Ahmet İzzet Paşa ve benzerle­rinden kurulan son Osmanlı Hükümeti üzerinde daha çok durmak yararsız­dır. Sözümü Meclis görüşmelerine getireceğim.

Söz konusu iş dolayısıyla 30 Ekim 1922 günü Meclis’te görüşmeler başladı. Çok milletvekilleri çok sözler söylediler. İstanbul’daki Osmanlı hükümetleri; Ferit Paşa evresinden sonra Tevfik Paşa perdesinin açıldığı­nı ve bu perdeyi açanların anlayıştan ve vicdandan yoksun birtakım kişiler olduğunu belirterek bu adamların yasalar gereğince cezalandırılmalarını istediler.

“Böyle bir anlayışta olan, yani bize bu denli akılsızca önerilerde bulu­nan kişiler... gerçekten İstanbul Hükümeti’nin tarihsel kimliğine imzasını koyan ve her şeyden çok oraya bağlı olan kişilerdir...” dediler.

İstanbul’da, hükümet adını ve kimliğini takınan adamların, Hıyanet-i Vataniye Kanunu’na göre cezalandırılmaları ile ilgili önergeler okundu.

Efendiler, Osmanlı İmparatorluğu’nun yıkıldığını, yeni bir Türkiye Devleti’nin doğduğunu, anayasa gereğince egemenlik haklarının ulusta ol­duğunu belirten bir önerge düzenlendi. Seksenden çok arkadaşa imza etti­rildi. Bu önergede benim de imzam vardır.

Bu önerge okunduktan sonra, sert bir biçimde muhalif durum alanla­rın başında iki kişi göründü. Bunlardan biri Mersin Milletvekili Albay Salahattin Bey’dir. İkincisi, İzmir’de asılan Ziya Hurşit’tir. Bunlar, saltanatın kaldırılmaması kanısında bulunduklarını açıkça belirttiler.

 

OSMANLI SALTANATININ KALDIRILMASI KARARI VERİLDİĞİ GÜN, TEŞKİLATI ESASİYE, ŞERATI ESASİYE, ŞERİYE VE ADLİYE KOMİSYONLARININ ORTAK TOPLANTISI

       Efendiler, 31 Ekim 1922 günü Meclis toplanmadı. O gün Müdafaa-i Hukuk Grubu toplantısı oldu. Bu toplantıda, Osmanlı Egemenliğinin kaldırılmasının zorunlu olduğu üzerine konuştum. 1 Kasım 1922 günü, Meclis toplantısında yine bu konu üzerinde uzun tartışma1ar yapıldı. Meclis’te de ayrıntılı bir konuşma yapmak gereğini duydum. İslam ve Türk ta­rihinden söz açarak halifelikle saltanatın ayrılabileceğini, millî egemenlik katının Türkiye Büyük Millet Meclisi olabileceğini tarihsel olaylara dayana­rak anlattım. Hülâgû’nun, Halife Mutasım’ı asıp dünya yüzünde halifeliğe fiilî olarak son verdiğini, eğer 1517’de Mısır’ı ele geçiren Yavuz, orada halife sanını taşıyan bir sığıntıya önem vermeseydi, halifelik sanının zamanımıza dek miras olarak gelemeyeceğini anlattım.

Bundan sonra, bu sorun ile ilgili önergeler üç komisyona; Anayasa, Din İşleri, Adalet komisyonlarına verildi. Bu üç komisyon üyelerinin bir ara­ya gelip bizim güttüğümüz amaca göre, sorunu çözüp sonuçlandırmaları el­bette güçtü. Durumu yakından ve kendim izlemem gerekti.

 

KARMA KOMİSYONA ANLATTIĞIM GERÇEK      

        Üç komisyon bir odada toplandı. Başkanlığa Hoca Müfit Efendi seçildi. Sorunu görüşmeye başladılar. Din İşleri Komisyon üyesi olan hoca efendiler, herkesçe bilinen uydurma sözlere dayanarak halifeliğin saltanattan ayrılamayacağını savladılar. Bu savları çürütmek için özgür düşünceli kimse­ler de ortaya çıkar görünmedi. Biz, çok kalabalık olan bu odanın bir köşesinde tartışmaları dinliyorduk. Bu biçim görüşmelerin, istenilen sonuca varmasını beklemek boşunaydı. Bunu anladık. En sonu, Karma Komisyon Başkanından söz aldım. Önümdeki sıranın üstüne çıktım. Yüksek sesle şunları söyledim “Efendiler, dedim, egemenliği hiç kimse, hiç kimseye, bilim gereğidir diye görüşmeyle, tartışmayla veremez.

         Egemenlik, güçle, kudretle ve zorla alınır Osmanoğulları, zorla Türk milletinin egemenliğine el koymuşlardı. Bu yolsuzluklarını altı yüzyıldan beri sürdürmüşlerdi. Şimdi de Türk milleti bu saldırganlara, artık yeter diyerek ve bunlara karşı ayaklanarak egemenliği eline almış bulunuyor. Bu bir oldubittidir. Söz konusu olan, ulusa saldıranlara egemenliğini bırakacak mıyız, bırakmayacak mıyız sorunu değildir. Sorun, za­ten gerçekleşmiş bir olayı yasa ile saptamaktan başka bir şey değildir. Bu, kesin­likle yapılacaktır. Burada toplananlar, Meclis ve herkes sorunu doğal bulursa, sanırım ki uygun olur. Yoksa» yine gerçek, yöntemine göre saptanacaktır; ama, belki birtakım katalar kesilecektir.

          İşin bilimsel yönüne gelince, hoca efendile­rin üzülmelerine ve kaygılanmalarına hiç yer yoktur: Bu konuda bilimsel açık­lamalarda bulunayım,” dedim ve uzun uzadıya birtakım açıklamalar yaptım. Bunun üzerine, Ankara milletvekillerinden Hoca Mustafa Efendi: “Bağışlayı­nız efendim; biz sorunu başka bakımdan ele almıştık, açıklamalarınızdan aydınlandık,” dedi. Sorun, Karma Komisyon’ca bir çözüme bağlanmıştı.

 

OSMANLI SALTANATININ ÇÖKME VE DAĞILMA TÖRENİNİN SON EVRESİ

       Yasa tasarısı aceleyle saptandı. O gün, Meclis’in ikinci oturumunda okundu. Açık oya konulması önerisine karşı kürsüye çıktım.

Dedim ki, “Buna gerek yoktur. Ülkenin ve milletin bağımsızlığını sonsuza kadar koruyacak ilkeleri yüce Meclis’in oy­birliği ile kabul edeceğini sanırım.” “Oylansın!” sesleri yükseldi. En sonu, başkan oya koydu ve “Oybirliği ile kabul edilmiştir,” dedi. Yalnız aykırı bir ses işitildi: “Ben karşıyım!” Bu ses, “Söz yok!” sesleri ile boğuldu. İşte efen­diler, Osmanlı egemenliğinin çökme ve ortadan kalkma töreninin son evresi böyle geçmiştir.

 

HAİN VAHDETTİN BİR İNGİLİZ SAVAŞ GEMİSİYLE İSTANBUL'DAN KAÇIYOR

17 Kasım 1922 günlü resmî bir telgrafın ilk tümcesi şu idi: “Vahdettin Efendi, bu gece saraydan kaçmıştır.” Bu telgrafın daha bir iki tümcesini, 18 Kasım 1922 günlü Meclis Tutanak Dergisi'nde okumuşsunuzdur. Ama telgrafta, bu kaçışa kimle­rin aracılık etmiş olabileceğinden söz edildiği gibi kutsal emanetlerin nasıl korunduğunu bildiren cümlelerde vardı.

Yine o gün, Meclis'te okunmuş bir mektubun örneği ile ona ilişik bulunan ve ajanslarla yayımlanmış olan bir bildiri örneğini de tutanaktan okuyalım:

                                                                                                                                                                                                                                                   Mustafa Kemal –NUTUK-


Mektup Örneği                                                                                                                                                                                                                                     17 Kasım 1922

Bir nüshasını ilişik olarak sunduğum resmi bildiride yazıldığı gibi, Padişah Hazretleri İngiltere’nin koruyuculuğuna sığınarak bir İngiliz savaş gemisiyle İstanbul'dan ayrılmıştır...

                                                                                                                      İmza

                                                                                                               Harington

Mektuba Ekli bildirinin örneği

     Resmî olarak bildirilir ki. Padişah Hazretleri bugünkü durum karşısında özgürlüğünü ve canını tehlikede gördüğünden, bütün Müs­lümanların halifesi kimliği ile hem İngiliz koruyuculuğunu hem de İstanbul'dan başka bir yere götürülmesini istemiştir. Padişah Hazretleri’nin isteği bu sabah yerine getirilmiştir. Türkiye'deki İngiliz Kuvvetlerinin Başkomutanı General Sir Charles Harington, Padişah Hazretleri'ni almaya giderek, bir İngiliz savaş gemisine dek kendisine eşlik etmiştir. Padişah Hazretleri’ni gemide Akdeniz Filosu Genel Komutam Amiral Sir De Brock karşılamıştır. İngiltere Olağanüstü Komiser Vekili Sir Nevill Henderson, Padişah Hazretlerini gemide görmeye gitmiş ve Kral V. George’a bildirilmek üzere isteklerini sormuştur.

General Harington’un Ulviye Sultan adında bir kadına gönderdiği Fransızca bir mektup da vardır. Bu mektup, “hiçbir yanıt verilmemiş okluğu” açıklamasıyla Refet Paşa'ya gönderilmiş. O da bize, 25 Kasım 1922’de bir örneğini göndermişti. Fransızca mektubun bize gönderilen Türkçe örneği şudur:

 

Sultan Hanımefendi Hazretleri

Şimdi Malta’ya yaklaşmakta bulunan Padişah Hazretleri’nden, ailesinin durumu üzerine bilgi rica eden bir telsiz aldım. Bu ko­nuda, geçen cumartesi, Yıldız’dan [Yıldız Sarayı] bilgi almış ve Kadınefendi Hazretleri’nin sağ, esen ve keyfi yerinde olduklarını öğrenerek hemen Padişah Hazretleri'ne duyurmuştum. Eğer Pa­dişah Hazretleri’nin aileleriyle ilgili yeni bilgiler vermek iyiliğin­de bulunabilirseniz, onu da hemen Padişah Hazretleri’ne ulaştırmakla mutlu olurum. Padişah Hazretleri’nin içinde bulundukları güçlükler dolayısıyla en içten dileklerimi yüce kişiliğinize ve padişah ailesine sunmama izin vermenizi ve en derin saygılarımla yücelik dileklerimin kabulünü rica ederim.                                                                                                                                                                                                                                                                                                               İmza

                                                                                                            Harington


SOYLU BİR ULUSU ACİZ BİR DURUMA DÜŞÜREN ALÇAK 

      Efendiler, bu son mektup, üzerinde durulmaya değer nitelikte değildir. Bundan başka, General Harington’un, İstanbul’daki askeri görevlimi­ze yazdığı mektup ile ekini de irdelemeyi gereksiz bulurum. Kamuoyunu gerçek durumla karşı karşıya bırakmayı yeğlerim. Egemenliği atadan oğula geçirmek gibi yanlış bir yöntem sonucu olarak büyük bir makam, gösterişli bir san kazanabilmiş bir alçağın, onuru çok yüksek olan soylu bir ulusu nasıl aciz bir duruma düşürebileceği kendiliğinden anlaşılır.

Gerçekten, neden ve nasıl olursa olsun, Vahdettin gibi özgürlüğünü ve canını kendi ulusu içinde tehlikede görebilecek kertede aşağılık bir yaratığın bir dakika bile olsa, bir milletin başında bulunduğunu düşünmek ne acıklıdır! Şuna kıvanabiliriz ki, bu alçak, miras aldığı padişahlık katından Türk milletin­ce atıldıktan sonra alçaklığını tamamlamış bulunuyor. Türk milletinin bu dav­ranış önceliği elbette övülmeye değer.

Beceriksiz, aşağılık, duygu ve anlayıştan yoksun bir yaratık, kendisini ka­bul eden herhangi bir yabancının kanadı altına sığınabilir; ama, böyle bir yara­tığın, bütün Müslümanların Halifesi kimliğini taşıdığını söylemek elbette doğru değildir. Böyle bir görüşün doğru olabilmesi, her şeyden önce, bütün Müslüman toplumların tutsak olmaları koşuluna bağlıdır. Oysa, dünyada gerçek böyle mi­dir? Biz Türkler, bütün tarihimiz boyunca özgürlüğe ve bağımsızlığa simge olmuş bir milletiz. Değersiz yaşamlarını iki buçuk gün daha alçakçasına sürükleyebilmek için her türlü düşkünlüğü sakıncasız bulan halifeler oyununu da ortadan kaldırabildiğimizi gösterdik. Böylece devletlerin, milletlerin, birbirleriyle olan ilişkilerinde, kişilerin, özellikle kendi devletinin ve milletinin zararına da olsa kişisel durumlarından ve canlarından başka bir şey düşünemeyecek aşağılık kişilerin önemi olamayacağı yolundaki herkesçe bilinen gerçeği doğruladık.

Uluslararası ilişkilerde mankenlerden yararlanmak yöntemine, düşkünlük çağına son vermek uygar dünyanın içten gelen bir dileği ol­malıdır!

 

         TÜRKİYE HALKI KAYITSIZ VE ŞARTSIZ EGEMENLİĞİNE SAHİPTİR

            Türkiye halkının kayıtsız ve şartsız egemenliğini elinde tuttuğunu bir kez daha ve kesinlikle söylüyorum. Egemenlik, hiçbir anlamda, hiçbir biçimde, hiçbir renk ve belirtide ortaklık kabul etmez. Sanı ister halife olsun ister ne olursa olsun, hiç kimse bu milletin alın yazısında ona ortak çıkamaz. Millet, buna kesin­likle göz yumamaz. Bunu önerecek hiçbir milletvekili bulunamaz. Bunun için, kaçak halifeyi halifelikten çıkarmakta, yenisini seçmekte ve bu konu ile ilgili bütün işlemlerde, söylediğim görüşlere uymak zorunludur. Başka türlü hiçbir şey yapılamaz.

            Saygıdeğer efendiler, biraz tartışmalı ve gürültülü olmakla birlikte, Meclis’in çoğunluğu, yapılacak işlem üzerinde görüş birliğine vardı. Alına­cak sonucun ne olduğunu biliyorsunuz.

            Saltanatın kaldırılması üzerine İstanbul’da hükümet adını taşıyan Tevfik ve İzzet Paşalarla arkadaşlarının çekilme yazılarını saraya nasıl ver­diklerinden, İstanbul’un yönetimini düzenlemek için verdiğimiz emirler­den ve direktiflerden de söz ederek yüksek kurulunuzu yormayı yararlı bulmuyorum.

 

            MİLLETİN BENİM İÇİN BESLEDİĞİ SEVGİ VE GÜVENİ GÖSTERMESİ         

       Bu sözlerim ajansta ve basında yer aldı. Millet, konuşmamı ve soruyu öğrendi. Yurdun bütün seçim bölgelerindeki gerçek seçmen­ler ve halk, hemen, Meclis Başkanlığı’na protesto yazıları yağdırdılar. Yasa tasarısına imza atan milletvekili efen­dilerin seçim bölgeleri halkı da onları ve onlarla görüş birliğinde olanları kınamakta gecikmediler. Milletin, benim için gösterdiği sevgi ve güveni içtenlikle belirtmesi bakımından değerli birer anı olarak saklamakta ol­duğum bu telgrafları büyük bir dosya tutmaktadır. Bu dosyadaki telgraf­lar, zamanında gazetelerde de yayımlanmıştı. Ben, burada yalnız bir se­çim bölgesinin, Rize'nin, bana çektiği bir telgrafı, olduğu gibi sunmakla yetineceğim:

 

        Üç milletvekili beyin, Seçim Yasası ile ilgili, bilinen önergesine sancağımız milletvekillerinin katılmayacağı kanısıyla bir şey yaz­mayı gerekli görmemiştik. Şimdi Milletvekili Osman Efendi’den aldığımız mektupta, kendisinin o önerge ile ilgili bulunduğunu ve muhalif gruptan olduğunu Övünürcesine bildirmesi üzerine, şun­ları bilgilerinize sunmak zorunda kaldık:

1.(İçten gelen övücü sözlerden sonra) Size ve sayın değerli çalış­ma arkadaşlarınıza karşı sancağımız adına söz söyleyen ve aykırı görüş besleyen ve bizce hiçbir değeri ve önemi olmayan milletve­kilini lanetleriz. Onun sancağımızı temsil etmek hakkı da olamaz.

2. Şu zamanda, vatansızların bile katılmayacağı muhalifliği ve ka­rıştırıcılığı bize öğütleyen milletvekili beyin, görüşüne katılacak bir tek kişinin bile sancağımızda bulunmadığını kıvanarak ve üs­tün saygılarımızla bilgilerinize sunarız efendim.                                                                 

                                                                                     İmzalar

                           YENİDEN SEÇİM YAPILMASI KARARI

              Saygıdeğer efendiler, Birinci Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin, olaylarını anlattığımız günlerdeki, karışık ruh durumu, gerçekten düşünülmeye değer bir nitelik aldı. Bütün millette, Meclis’in görev yapamayacak bir duruma geldiği kaygısı sezilmeye başladı. Meclis’te, durumu soğukkanlı­ ve sağgörü ile usa vurup inceleyenler bile üzüntülerini açığa vurmaktan indilerini alamıyorlardı. Artık Meclis yenilenmedikçe, milletin ve ülkenin ağır ve sorumluluğu gerektiren işlerinin yürütülemeyeceğine kuşku kalma­mıştı. Bunun zorunlu olduğuna ben de inandım. Bir gece Başbakan Rauf Bey’in, istasyondaki konutunda, Bakanlar Kurulu’nu toplantıya çağırmasını, benim de geleceğimi telefonla bildirdim.

            Rauf Bey’in konutunda toplanan Bakanlar Kurulu’na, Meclis’in yenilenmesini Meclis’e önermek gerektiğini söyledim. Kısa bir tartışmadan sonra, Bakanlar Kurulu ile görüş birliğine vardık. Gene o gece, Meclis’teki Anadolu ve Rumeli Müdafaa-i Hukuk Grubu Yönetim Kurulu’nu da Bakan- Kurulu toplantısına çağırdım. Bu yönetim kurulu içinde, önerimi yersiz şaşanlar oldu. Görüşmeler ve tartışmalar ertesi güne kadar sürdü, olmakla birlikte bu kurulla da anlaştık. Ondan sonra hemen Grup Genel Kurulu’nu topladım. Bu toplantıda yurdun genel durumunu, aceleyle görülmesi gereken ulus işlerini anlattım; Meclis’in artık bu görevleri yap­maya yeteneği kalmadığını söyleyip kanıtlayarak, Meclis’ten, seçimlerin yenilenmesine karar vermesini istemek gerektiğini bildirdim. Grup Genel Kurulu, sözlerimi ve açıklamalarımı iyi karşıladı. Bunun üzerine konu gene o gün 1 Nisan 1923’te Meclis’e götürüldü, Yüz yirmiye yakın üye, bir önerge ile Meclis’e, seçimlerin yenilenmesi için bir yasa tasarısı sundu. Meclis, ye­niden seçim yapılması ile ilgili yasayı oybirliği ile kabul etti.

            Meclis’in bu kararı vermesi devrim tarihimizde önemli bir noktadır. Çünkü bu yasayı çıkarmakla Meclis, kendinde beliren hastalığı kabul ettiği­ni ve bundan dolayı milletin duyduğu üzüntüyü anlamış olduğunu gösterdi.

LOZAN KONFERANSININ İKİNCİ EVRESİ VE YENİ SEÇİMLERDE MİLLETİN GÖSTERDİĞİ UYANIKLIK

Efendiler Lozan Konferansı 23 Nisan 1923’te yeniden toplandı. Delegeler Heyeti’miz, Lozan’da barışı sağlamaya çalışırken, ben de yeni seçimlerle uğraşıyordum.    

      Yeni seçimlere, bildiğiniz ilkelerimizi ilan ederek girdik. Görüşlerimizi benimseyip milletvekili olmak isteyen kişiler, önce ilkeleri benimsediğini ve görüşlerimize katıldığını bana bildiriyorlardı. Adayları ben saptayacaktım ve zamanında partimiz adına ben ilan edecektim.

Böyle bir yöntem izlemeyi gerekli görmüştüm; çünkü, yapılacak se­çimlerde milleti aldatarak çeşitli amaçlarla milletvekili olmaya çalışacakla­rın çok olduğunu biliyordum. Yurdun her yerinde, konuşmalarım ve uyarı­larım büyük bir içtenlikle ve güvenle karşılandı.

Bütün millet, ortaya attığım ilkeleri bütünüyle benimsedi ilkelere ve dahası, bana bile muhalif durum alacakların milletçe milletvekilliğine seçilemeyecekleri anlaşıldı.                                                                                                                     Mustafa Kemal -NUTUK-


                                                                                               

                                                                                   Serendip Altındal

Özün Kişiliğindir..

Özün Kişiliğinin Aynasıdır (Eski makaleler)

serendipaltindal02.blogspot.com