Üstelik
Kılıçdaroğlu gibi olgun ve yetkin bir siyaset adamını, oldu bittiyle
değiştirmeye kalkıp tam da en olgun döneminde erken emekli edenler, içinde bayrak
taşıyan olgunları olmayan bir topluma, millet denilemeyeceğini herhalde ya bilmiyor
ya da unutmuşlardır. Ben ve benim gibi ahde vefalı olgunlar, aslında
doğuşumuzdan itibaren kurucu Partinin gönül üyesi olarak hayata başladığımız ve
de hep hakkımız olanı aldığımız için, bugüne kadar çamaşır değiştirir gibi
Parti değiştirmeye de hiç ihtiyacımız olmamıştır. Hele de ben kişisel menfaati
uğruna, bırakın Lozan Zaferini, 2. Dünya Savaşına, Hitler baskısına rağmen ülkesini
sokmamış; ama ülkesini çok Partili demokrat bir rejime sokmuş İnönü gibi, Atatürk’ten
sonra ikinci bir Dünya Liderini dahi dışlayıp, kurucu Atatürk’ün Partisini böldüğü
için de siyasada, bugünkü ilkellerle mukayese bile edilemeyecek olan Ecevit’e sempati
besleyememiştim.
Şimdi,
kalıcı ulusların asla vazgeçilemezi olan ya da uluslarını kalıcı yapan emekliler
bile yerel seçimler öncesi tekrar dışlandığına göre; Erdoğan artık her şeyi
boşlamış görünüyor. O zaman bir erken genel seçimi de ister istemez göze almış
demektir. Aslında çaresizliği tavan yapmış kendisi ve bütün millet hesabına bu,
hiç de fena olmaz hani. Çünkü Ortadoğu’ya çakılmayı kafasına yerleştirmiş olan
emperyalistin, bu konumda elbette Erdoğan ve AKP tetikçiliğinden kendi hesabına;
ama ülkemizi de karartacak ve sonu 3. Dünya Savaşıyla noktalanabilecek çok güzel
hareketler(!) beklediği de kesindir. Ne var ki muhtemel bir Dünya harbinden
sonra da yeni veya tek dişi kalmış bir USA dan, bahsedilebilineceği artık
abesle iştigal olacaktır. Tabii ki ortaya çıkacak bu yeni resime Erdoğan ve AKP’si
de dahildir.
Yani “demir almak günün gelmişse bu mekândan, yapacak başka
bir şeyin de yoktur artık inan”, demek zamanı gelmiştir onlar için de dostlar.
Ki bunun hepimiz için bir gerçek olduğunu kuşkusuz sende çok iyi biliyorsun. O
halde buna bari bir ‘evet’ diyebilsen kardeş. Bakalım, yakında çok uluslu harp
oyunları yine başlayacak mı? Ve bakalım, işin sonu bu defa nereye dayanacak.
Dünya resmi nasıl değişecek, kim gidecek kim kalacak. Her şeyin anası olan zaman
nasıl olsa olacakları belleğine yine yazacaktır. Yalnız birilerinin tarihte
bile yer alamayacağına gelecek nesiller, hep bilindiği gibi de nasılsa yine şahit
olacaklardır, bilesiniz. “Mülk Allah’ındır, biz emanetçiyiz” diyen kişi; acaba
Allah’ın mülkü kendisine mi bıraktığını ima etmek istemiştir, ne dersiniz?
Ekler: HATIRATLARLA KARŞILAŞTIRILMALI NUTUK – İBB YAYINLARI
Bu Türk, Tıpkı Halı
Alışverişindeki Gibi Pazarlık Ediyor
|...]
Konferans böylece Lord Curzon ile İsmet Paşa arasında aylarca süren bir
düelloya dönüştü. Lord, Britanya’nın dünyada sahip bulunduğu yüksek yerin
kürsüsünde oturuyor, konferansı bir başöğretmen gibi yönetiyor, aferinler ve
zılgıtlar dağıtıyordu, daha sıkça olanı da tabii bu sonuncusuydu. Paşa ise ne
kuru gürültüye pabuç bırakıyor ne de yola geliyordu; her zaman hep serinkanlı
kalıyor, sadece işitmek istediklerini işitiyor, yılmadan, bıkmadan, inatla
mücadelesini sürdürüyor, isteklerinden de tek kuruşluk indirim yapmıyordu. “Bu
Türk, tıpkı halı alışverişindeki gibi pazarlık ediyor” diyordu Lord Curzon
öfkeyle. [...]
Dagobert
von Mikusch
Türkiye’nin Mevzilerini İnatla
Savundular
[...] Lozan’daki Türk heyetinin hakkını vermek gerek. Gerek heyet başkanı İsmet Paşa gerek heyetin öteki üyeleri, yeni Türkiye’nin mevzilerini inatla savundular. Yalnız Boğazlar sorunu bir istisna oluşturdu. İsmet Paşa bu konuda çabucak mevzilerini teslim etti. Bu fedakârlık bizim hesabımıza, bir dereceye kadar da Türkiye’nin millî çıkarları hesabına olmuştu. Türkler için Boğazlar, genel dış politika sorunlarının ancak bir parçasıydı. Boğazlar bir pazarlık konusu halini aldı. Türk Hükümeti, İngiltere’nin ve öteki Batılı devletlerin savaş gemilerinin Boğazlardan serbestçe geçişi konusuyla yakından ilgilendiklerini biliyor, Boğazlar işinde fedakârlık gösterdiği takdirde kapitülasyonlar, toprak ve finans işlerinde bir başarısızlık sağlayabileceğini umut ediyordu.
Mustafa Kemal Paşa, Sovyet Hükümeti’nin
Boğazlar yüzünden Türkiye ile bozuşmayacağı, bunun önemli bir sorun olmakla
birlikte RSFSC [Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği] ile Türkiye ve öteki
Doğulu ülkeler arasındaki genel politik çerçeve içinde ancak bir parça
oluşturduğu noktasına dayanmaktaydı.
Mustafa Kemal, İngiltere ve
Fransa’nın, Rusya ile Türk askerî müdahalelerde iyice canlarının yandığını, iç
politik durumlarımı ak i kararsızlığın,
uluslararası politik ve ekonomik konulardaki anlaşmazlıkların, kamuoyunda
savaşa karşı artan hoşnutsuzluğun İtilaf Devletleri’ne yakını bir tarihte yeni
bir askerî saldırıya izin vermeyeceğini birçok seterler ima etmişti. Mustafa
Kemal’e göre bu süre, Türkiye ile Rusya’ya durumlarını güçlendirme, Boğazlar
rejiminde değişiklik yapma olanağı verecektir Boğazlar rejiminde İngiltere’ye
verilecek ödün, Türkiye’ye, Lozan Konferansı’nın gündeminde bulunan başka
konularda başarılar elde etme olanağı sağlayacaktır.
Ancak Türkiye’nin dış politikadaki
pozisyonunu güçlendirebilecek bir politika olarak ortak düşman Batı
emperyalizmini doğrudan ve adilce yargılamak ve ona karşı ortak bir hat
oluşturmak yerine, Türkiye Hükümeti başka
bir yol tutturdu.
Curzon’un,
bu savaşçı emperyalistin önünde, Lozan Konferansımda doğrudan doğruya Sovyet
Rusya ile Türkiye arasındaki dostluğu bozma işini örgütlemek duruyordu. O, neye
mal olursa olsun bu dostluğu kundaklamaya ve Türkiye’yi tekrar İngiliz
emperyalizminin vasalı haline getirmeye çalışıyordu. Mustafa Kemal bunu çok iyi
anlıyor ve Boğazlar sorununda fedakârlık yaparak ama Boğazları istediği zaman
kapamaya yetecek kadar garantileri elinde tutarak Curzon’u tuzağa düşürmeyi
düşünüyordu.
Bu kararsız politikanın eninde sonunda
yeni Türkiye için ağır sonuçlar doğurduğunu tarih göstermiştir.
Türk
Hükümeti’nin Lozan Konferansı sırasındaki çalışmaları bir gizlilik perdesiyle
örtülüydü. Basın biraz daha açık davranmakla birlikte, dış sükûnetin
çerçeveleri dışına çıkmıyordu. Bu arada meclisin gizli oturumlarında şiddetli
tartışmalar oluyor, tutucu muhalefet durmadan hükümete saldırıyordu. Meclis
kapıları hiç beklenmedik bir sırada geniş halk yığınlarına açılınca, Rauf
Bey’in Lozan Konferansı üzerine yaptığı konuşma sırasında, muhalefetin oturduğu
yerden yaptığı bağırmalarla, hükümetin ve Mustafa Kemal Paşa’nın Musul ve
Boğazlar sorununun çözümünde uyguladığı politikadan hoşnutsuzluğunu nasıl
belirttiğine tanık olduk. [...]
Semyon
İvanoviç Aralov
Yalnız Kaldım!
İsmet Paşa bir basın toplantısındadır. Gazetecilerin
sorularını şöyle cevaplandırır:
“Konferans hakkında size ne
söyleyeyim? Konferansın başlangıcında bu böyle oldu. Bizi buraya davet ettiler
geldik. Fakat karşımızda kimseyi bulamadık. Yalnız kaldım. Bu sefer de bana
hiçbir şey haber vermeden gidiyorlarmış! Gene burada yalnız kalıyorum, insana
bir haber olsun verilmez mi? Bütün konferans boyunca, biz, diplomatların milletlere
karşı üzerlerine aldıkları mesuliyet duygusuyla çalıştık. Sadece ‘evet’ veya
‘hayır’ demek kolaydır. Fakat birçok masum insanların kanı, milletlerin yazgısı
söz konusu olduğu bir zamanda işi böyle kolaya almak mümkün müdür? İnsanların
yazgısı oyuncak mıdır? Ben bütün konferansta bu mesuliyetin yükü altında
çalıştım. Şimdi hadiseler hakkında hüküm vermeyi, milletlerin vicdanına
bırakıyorum!..”
Bu
noktada İsmet Paşa, toprak meselelerinin, azınlık meselesinin müttefiklerin
arzusuna göre halledildiklerini, Boğazların serbestliğinin kabul olunduğunu,
adli kapitülasyonlar meselesinde anlaşıldığını, halbuki son zamanda müttefiklerin
bu kapitülasyonları şeklen kaldırarak, yerlerine yeni kayıtlar koymak
istediklerini, iktisadi meselelerde makul olan şeylerin kabul edildiğini ve
Türklerin namuslu borçlular olarak, imparatorluk borçlarından hisselerine düşeni
kabullendiğini söyler. Ama sonra kendisine “Haberiniz olmadan bazı sözleşmeler
yaptık, bunları da gözü kapalı imzalayın,” dediklerine değinir. Bunlar müttefiklerin
eski İstanbul Hükümeti ile imzaladıkları sözleşmelerdir.
Şöyle
devam eder:
"Hangi
imtiyazlar? Hangi sözleşmeler? Bunları kim vermiş? Nasıl ve ne için vermiş? Hangi
şartlar içinde verilmiş? Bilmiyorum ki imza edeyim! ‘Bunları bana gösteriniz,
inceleyeyim,’ dedim. ‘Hayır, şimdiden, görmeden, bilmeden, anlamadan imza
ediniz,’ dediler. ‘Bunlar bizim için meçhuldür! İmza ediniz,’ diyorlar. Niçin?
Reddettim!..
Bütün
fedakârlıkları yaptım. Her şeyi kabul ettim. Fakat memleketimin iktisadi
esaretini reddederim... Ben vicdanen rahatım. Hem memleketim karşısında hem
dünya karşısında, sorumlu değilim. Ama onlar âleme ne diyecekler?..”
“Paşa hazretleri, şimdi ne yapacaksınız?
Harp başlayacak mı?”
“Mudanya
Sözleşmesi ateşkese, konferansın devamı süresince uyulacağını söyler. Bana
henüz konferansın bittiği resmen bildirilmemiştir. Bu tebliğ yapılınca tabii
ateşkes bitecek... Eğer onlar bana bildirmezlerse, ben onlara sorarım…”
5 Şubat’ta da Fransız Delegeler Heyeti,
Lozan’dan ayrılır. Fakat hareketinden Önce Bompard gazetecilere: “Aman
sözlerimi yanlış anlamayın. Konferans kesildi demiyorum. Yalnız konuşmalar
bitmiştir diyorum,” şeklinde beyanda bulunur. Evet konferans kesildi mi, kesilmedi
mi? Bu bile belli değildir! 5/6 Şubat gecesi
de konferansın Genel Sekreteri Massigli İsmet Paşa’yı ziyaret
ederek Poincare’in bir mesajını getirir ve güya bir nota göndermesi
tavsiyesinde bulunur. İsmet Paşa bunu kabul etmez. Sorar:
“Konferans bitmiş midir?”
“Hayır, yalnız ertelenmiştir!”
“O halde bundan faydalanarak ben de gidiyorum.
Zamanı gelince beni çağırırsınız...”
Konferansın kesilmesine, bilhassa
Fransa’nın ısrarı yüzünden ve Fransız menfaatlerini ilgilendiren istekler sebep
olmuştu. Fransız, kamuoyu önünde sorumluydu. Bompard’m daha İsviçre sınırından,
Paris’te Poincare’ye telefonla verdiği bilginin, başvekili kızdırdığı da daha
sonra duyulacaktı. Gürzon’un [Curzon] dönüşünü ise İngiliz basını iyi
karşılamamıştı...
Şevket Süreyya Aydemir
13
OCAK 1923 CUMARTESİ
Meclis’te
az bulundum. İngilizler Bolayır’da dekovil [küçük demiryolu] yapıyorlarmış. Buradan
kanal açmak arzuları da vardı.
Lozan’dan İsmet’in mektubu (5 Kânunusani 339) [5 Ocak 1923].
Sevgili Kardeşim Karabekirciğim,
Gözlerinden öperim. Sıhhatim iyidir. Çok meşgulüm. Çok oyun
yapıyorlar. Dünyanın yazgısını idare eden adamları birer birer, beşer beşer
yakından görüyoruz. Vatanımız ne zaman mamur olacak. Bir tek ve asıl mesele
budur. Barış olsa da olmasa da. Tekrar tekrar gözlerinden öperim sevgili
kardeşim Kâzımcığım.
5 Kânunusani 339 [5 Ocak 1923]
Saat 3 evvel [Saat 15.00’ten önce]
Kâzım Karabekir
Lozan Konferansı’nda Türkiye
[...) Sovyet Rusya’ya ve yeni Türkiye’ye karşı doğrudan silahlı
saldırılar bir sonuç vermeyince, Churchill’in, Curzon’un, Lloyd George’un ve
Poincare’nin kişiliğindeki emperyalist hükümetler taktiklerini değiştirdiler. Yıkıcı
perde arkası faaliyetiyle Sovyet Rusya ile Türkiye’nin arasını açmaya
çalıştılar.
Emperyalist ajanlar, Türkiye’de hükümete
ve siyasi örgütlere sızmaya başladılar.
Türkiye ile Sovyet Rusya arasında dostça
ilişkiler kurulduğu ve geliştiği sırada Türkiye’deki emperyalist ajanların
başvurduğu entrikalar ve provokasyonlardan yukarıda söz etmiştim.
Rauf Bey’in gerici hizbi, çeşitli dolambaçlı
manevralarla Türkiye ve Sovyet Rusya için yaşamsal olan Boğazlar sorununu
karmakarışık bir hale getirmeye çalışıyordu. Ne olursa olsun Sovyet elçiliği
ile ilişkilerde bir gerginlik yaratmaya çalışarak Sovyet dış ticaret tekeli sistemi,
ticaret temsilciliğimiz, konsolosluklarımız üzerine görüşme konuları ortaya
atıyordu. Lozan Konferansı sıralarında bunu özellikle hissediyorduk.
Ancak, geçmiş zamanı bugünküyle
kıyaslayarak, Mustafa Kemal Paşa zamanında "da” SSCB’ye düşmanca saldırılar
yapıldığım söyleyenler haklı değildirler. Evet, böyle saldırılar olmuştur ama
saldıranlar yeni Türkiye Hükümeti ve Türk halkı değil; emperyalist İtilaf
Devletleri ve Türk karşıdevrimcileri, itilaf Devletleri’nin gizli ajanları, her
türden maceracılar, kendi basit emelleri için hiçbir engel tanımayan
entrikacılardı. Ama emperyalistlerin ve Türk gericilerinin bütün çabalarına rağmen,
Türkiye Cumhuriyeti ile Sovyet Rusya arasındaki dostça ilişkileri bozmayı
başaramamışlardır.
Türkiye’nin Lozan Konferansı’nda Sovyet Rusya’nın yardımına
dayanma olanağının olması, tabii ki Batılı emperyalistlerin asla işine
gelmiyordu. Bunun için aramıza nifak sokmaya uğraşıyor, Sovyet temsilcileriyle
Türk Devleti’nin başı Mustafa Kemal’in arasında "soğuk ilişkiler” olduğu izlenimini
yaymaya çalışıyorlardı. Bu durum, Lozan Konferansının hazırlayıcıları olan
Batılı devletlerin isteklerine çok uygundu. Rauf Bey'i tutanlar ve gerici basın da bu yönde bir çaba göstermeliydi.
Semyon
İvanoviç Aralov
Ankara'ya
Döneceğim ve Milletime Diyeceğim ki, Lord Curzon’un Başkanlığındaki Konferans
Harp İstiyor!
[...] İsmet rahatsız ve canı sıkkın. Oturmakta olduğu koltuğa
âdeta gömülmüş. Alnı (yüzü) kıpırdıyor. Mendilini sık sık dudaklarına götürüyor
Çok rahatsız ve sinirli.
Curzon koltuğunda azametle kurulmuş,
oturuyor. Ben onun hemen arkasında oturuyorum ve not alıyorum. Bompard güzel
konuşuyor. Garoni ise gayet kötü. Sonra Marki (Curzon) söze başlıyor. Emsalsiz
denecek kadar güzel konuşuyor: Tatlılık, ümitsizlik, korkutma, otorite...
“İsmet Paşa,” diyor, “unutma ki, mümkün
olandan fazlasını verdim. (Bu bir yalandır. Mümkün olandan fazlasını
kazanmıştı. Bu ihtiyar tilki bunu biliyordu). Ve bütün bunları sulh [barış]
uğruna verdim. Sulh... Sulh…
Mr. Bompard’ın da dediği gibi sulh sizin
elinizdedir. Eğer şu önümüzdeki iki saat içinde sulh yapmazsak, ondan sonra
artık sulh olmayacaktır. Belki de harp olacaktır İsmet Paşa! Harp!
Biz artık bekleyemeyiz. Size yalvarıyorum, kabul etmeniz için!
Bizzat kendi mektubunuz da varmış olduğunuz neticeye göre, size yapmış
olduğumuz tavizleri kabul ediniz ve biliniz ki, artık tavizlerin sonuna gelmiş
bulunuyoruz. Sonunda! (Burada dramatik bir şekilde son kelimesi üzerinde
durur).”
İsmet Paşa ve Rıza Nur bunun üzerine vaziyeti görüşmek için
Crowes’un odasına çekildiler. Onlara yolda refakat ettim. Bagajlarla
dosyalarımız, götürülmek üzere toplanmıştı. Marangoz dosyaları, Bil Bentinck’in
dikkatli nezareti altında sandıklara doldurup topluyordu. Bu geçit üst kata
çıkmakta olan gazeteciler tarafından tıkanmıştı. Bu tıkanıklık arasından
ilerledik. İsmet’i Crowes’un odasına götürdüm ve Marki’nin yanma döndüm. Onun
oturma odasındaki atmosfer buhran kokuyordu. Kendisi arkasını koltuğuna
dayamış, neşeli, hükmedici ama yıpranmış oturuyordu.
Saat 6.45’te İsmet dönüyor. Bizim bütün tekliflerimizi kabul
ediyor. Fakat ekonomik paragrafı reddediyor. Marki, Bompard’a manalı bir
gülümseyişle:
“Size demedim
mi?” diyor.
İsmet gene
Yunanların tamirat meselesinde, karşı bir talepte bulunmalarına müsaade
edilmemesi hususunda ısrar ediyor. Marki dönüyor:
"Venizelos’a
söyle,” diyor...
Bompard
ve Montagna arkasından ona, kapitülasyonlar hakkında yeni bir formül (hal
tarzı) gönderiyorlar. İstasyona da Orient Ekspres’in yarım saat daha beklemesi
için telefon ediyoruz. Acele yemek yiyoruz. 9.15’te oteli terk ediyoruz.
İstasyonda
büyük bir kalabalık ve birçok da polis var.
Trenden
eğilerek, sarkarak bakıyoruz. Belki son dakikada İsmet Paşa yumuşar, İnadından vazgeçer diye...
Bompard
sinirli ve soluğu kesilerek trenin merdivenine eliyle vuruyor.
“İyi
değil, iyi değil,” diyor...
Tren
memuruna:
“Gidiyoruz,”
diyorum.
Koca
tren yavaş yavaş harekete geliyor ve gecenin karanlıklarına dalıyor... [...]
Harold
Nicolson
HAROLD NICOLSON KİMDİR?
Lozan Konferansı’nda Lord Curzon'un
sekreterliğini yapmıştır. Sir Harold Nicolson, 21 Kasım 1886'da Tahran'da doğdu.
Ailesinin diplomatik görevlerinden dolayı gençliği boyunca Orta Avrupa,
Türkiye, Madrid ve Rusya'da yaşamını geçirdi. 1909 yılında Dışişleri
Bakanlığı'na girerek 20 yıl kaldığı Madrid, Tahran ve Berlin'de denizaşırı
görevlerde bulundu. Üç ciltlik Günlükleri ve Mektupları (1966-1968), 1930'dan
1964'e kadar İngiliz sosyal ve politik yaşamının değerli bir belgesi oldu.
Churchill, David Lloyd Geor- ge, Charles de Gaulle'le yakın arkadaşlığı olan
Nicolson, edebiyat alanında, politika ve diplomaside elde ettiği saygınlıktan daha
fazlasına sahiptir. Lozan Konferansı dönemi ve diplomasisine ilişkin
gözlemlerini Curzon: The Last Phase, 1919-1925. A Study in Post-War Diplomacy
kitabında ele almıştır. 1 Mayıs 1968’de İngiltere'de öldü.
Türk Millî Hâkimiyetine Aykırı
Hiçbir Kaydı Kabul Etmem
Cumartesi günkü toplantısında
müttefikler hazırladıkları barış antlaşması tasarısını 3 Şubat'ta İsmet Paşa’ya
verdiler. Paşa cevabını ertesi gün verecekti. O gece Paşa’nın dairesinde, çok
geç saatlere kadar çalışıldı.
4 Şubat
sabahı Türk cevabı müttefiklere bildirildi. Öğleden evvel müttefikler kendi
aralarında toplandılar. Gazeteciler; İngiliz heyetinin kaldığı Beau Rivage
Oteli ile Türk delegelerinin kaldığı Lozan Palas arasında mekik dokuyorlardı.
Önce Beau Rivage’dan iyi haberler sızdı. İsmet Paşa davet ediliyor. İsmet Paşa
ve delegeler, saat dörde doğru, silindir şapkaları ellerinde otellerinden
iniyorlar. Gazetecileri selamlıyorlar.
Konferans
toplanıyor. Önce hiçbir haber sızmıyor. Bir saat kadar geçiyor ve ortalığa fena
söylentiler yayılmaya başlıyor: Müttefikler, Türk tekliflerinin bazı
noktalarına itiraz etmişler! İşte o zaman İsmet Paşa yan odaya çekiliyor.
Delege arkadaşlarıyla baş başadır.
Curzon ise:
“Bekleme tahammülüm yok,” diye söylenmektedir. Kesin cevap istemektedir. Salona
dönen İsmet Paşa ile Lord Curzon arasında ondan sonradır ki, son mücadele
başlar. Yarım saat kadar sonra ise, İsmet Paşa’nın son cevabı öğrenilmiştir:
“Türk millî
hâkimiyetine aykırı hiçbir kaydı kabul etmem!..”
İsmet Paşa
ve arkadaşları konferans binasını sükûnetle terk ederler.
Oteline
dönen İsmet Paşa’yı gazeteciler karşılar. Soru ve cevap kısadır:
“Ne oldu Paşam?”
“Ne olacak?
Hiç! Esaret altına girmeyi kabul etmedik.”
İsmet Paşa
ve arkadaşları sükûnetle dairelerine çıkarlar. Herkes bir şeyler bekler. İtalyan
Baş Delegesi Montagna, Curzon’a koşmuştur. Kapitülasyonlar bahsinde son
fedakârlıklarını rica eder. Daha sonra adına Montagna formülü denilecek olan
bir formül düzenler. Bu formülü benimseyen Fransız Baş Delege Bompard telaşla
gelir. İsmet Paşa’nın yanına çıkar. Son birtakım teklifler getirmiştir. Az
sonra da Amerika Delegeleri Amiral Bristol ve Mr. Child gelirler. Son bir
aracılık peşindedirler. Az sonra Montagna da İsmet Paşa’nm yanına seğirtir.
Curzon ise
trene binmiştir. Tren saat 9.00’da kalkacaktır ve istasyonun saati dokuzu
vurur. İngiliz Hariciye Nazırı hiddet ve asabiyet içindedir. Bu ufak tefek Türk,
onları nasıl böyle oynatabilir ki? Ama trenin biraz daha beklemesi de
istenmiştir. Nihayet kalabalık arasından Bompard görünür. Polisler ona yol açarlar,
Fransız Baş Delegesi trene çıkar. Yorgun, halsiz ve bitkindir. Curzon'a
neticeyi bildirir:
“Türkler
son teklifleri de reddettiler!..”
Gerçi
vagonun penceresinden bazılarının gözleri hâlâ yollardadır. Acaba İsmet
Paşa’dan yeni bir haber gelecek mi diye. Fakat haber yok. Nicolson işte o zaman
istasyon ilgililerine emrini verir. Tren kımıldar. Harekete geçer. Karanlıklara
karışır. İşte bu hareketten öncedir ki bazı delegeler ellerini pencerelere
vurarak:
“Fena oldu, çok fena oldu...” diye mırıldanırlar. Amerikan delegelerine gelince, onlar trenin bir saat daha beklemesi için istasyona
koştukları zaman, Curzon’un treni çoktan hareket etmişti. Meğer Amerikalılar
trenin hareket saatini yanlış biliyorlarmış. Tren saat 10.00’da kalkacak
sanıyorlarmış. Bu hareketi saat 11.00’e kadar geciktirmek ve bir şeyler yapmak isterlermiş...
Şevket
Süreyya Aydemir
Türk Heyeti de Lozan’ı Terk Etti
[...] Konferans başlayalı üçüncü ayına
girmiş, fakat pazarlıkta hâlâ uyuşma olmamıştı. Sonunda Lord Curzon son kozunu oynadı
ve pazardan mal alan bir müşteri gibi davranarak, daha yüksek fiyat
veremeyeceğini söyledi ve fena halde öfkelenmiş halde konferans dükkânını terk
etti. Garda hazır bekleyen trenin önünde, İsmet Paşa’nın kendisine koşup
geleceği ve öneriyi hemen kabul edeceği umuduyla bekledi. Ama İsmet Paşa
gelmedi ve Lord Curzon eli boş olarak yola çıkmak zorunda kaldı.
Konferans
1923 Şubat’ı başında hiçbir sonuç alamadan kesildi; Türk heyeti de Lozan’ı terk
etti.
Dagobert
von Mikusch
Rauf Bey’in Emektar Hamidiye’nin
Kaptan Köprüsünden Komuta Eder Gibi Talimat Verdiğini Söylüyordu
[...] Öte yandan, İsmet Paşa da
Ankara’nın kendisine hiçbir hareket özgürlüğü tanımamış; değil yalnız
görüşülecek konuları, görüşme biçimini bile dikte etmiş olmasından yakınıyordu.
Yardımcısı da, Rauf Bey’in emektar Hamidiye’nin kaptan köprüsünden komuta eder
gibi talimat verdiğini söylüyordu. İsmet Paşa da gitgide, “Rauf Bey’in Gazi’ye
bildirmeden talimat vermekte olduğu” kuşkusuna kapılmış ve "görüşmelerin
ciddi ve nazik bir döneme girdiğinden söz ederek, Mustafa Kemal’in bizzat
durumu izlemesini” istemişti. Gazi, bunun üzerine şimdiye kadar Rauf Bey’e
saygı göstererek katılmadığı kabine toplantılarında bulunmaya ve arada sırada
hükümet kararlarını kendisi kaleme almaya başladı. Ancak, kendi deyimiyle, iki
tarafa karşı takındığı tutum yumuşak olmadı ve bir tarafa hak vererek öbür
tarafı susturmak sistemini uygulamadı. [...]
Lord Kinross
Atatürk’ü
üzen Olaylar
Bugünlerde Atatürk’e karşı hazırlanmış
mühim bir hadise olmuştu.
Seçim Kanunu’nda
değişiklik yapılmak üzere, bir kimsenin mebus seçilebilmek için bir yerde en az
beş sene oturmuş olmasını şart koşan bir teklif hazırlamışlar, Meclis’e
vermişler. Bundan Atatürk son derece üzülmüştü. Bunu doğrudan doğruya kendi
şahsına yöneltilmiş bir tertip saymıştı. Kendisini müdafaa için, bu tertibi,
millete ve dünyaya anlatılması en kolay olan bir mücadele konusu yaptı ve haklı
olarak bunu azami derece kullanıyordu. Evet, Atatürk bir yerde beş sene
oturamadı. Çünkü kendisi ne hayatım ne rahatını düşünmüş, vatanı kurtarmak
uğrunda hayatını feda edecek kadar çalışmıştır. Bugün çok şükür hepimiz
memleketlerimize sahip olarak, her birimiz belli bir yerde yerleşmiş
vatandaşlar olarak oturabiliyorsak, hürriyet içinde yaşayabiliyorsak, bu
neticeye, onun bir yerde beş sene oturamamış olması ve vatanı kurtarmak için
çalışması sayesinde ulaşmışızdır. Atatürk, bu gerçeği bütün tasvirlerinde pek
güzel anlatıyordu. Mücadelesini yaparken, Meclis’te muhaliflerine, tabii son
derece kuvvetli olarak karşı çıktı.
Meclis’te
muhalifler “İkinci Grup” adı altında teşkilatlı bulunuyorlardı. Bunlar, bütün
Millî Mücadele esnasında, zaman zaman tedavi edilmesi imkânsız görülmüş olan
geçimsizliğin takipçileri idi. Şimdiye kadar muhtelif vesilelerle zafer mümkün
değildir, bizi oyalıyorlar, taarruz edeceğiz diyorlar fakat taarruz
etmeyeceklerdir, taarruz ederlerse taarruzun başarılı olması ihtimali yoktur,
bir an evvel uyuşmak lazımdır tarzında muhalefet yaparlardı. İtilaf
Devletleri’nin her barış teşebbüsünde, barışseverlik ve insanlık göstermek
taraftarı olan bu kişiler, askerî zaferin tahminin çok üstünde kesin neticeler
vermesi ile tabii çok güç duruma düşmüşlerdi.
İkinci
Grup'a mensup mebusların hepsi, şimdi, barış fırsatı kaçırıldı teranesi ile
bütün hiddetlerini yenileyerek, hücumlarını yine Atatürk’e, Atatürk’ün idaresine
ve onun çalışmalarını desteklediği, takip ettiği Lozan Barış Heyeti ve hükümet
politikası aleyhine yöneltmişlerdi. Müzakereler sabahtan akşama kadar gizli
olarak devam ediyordu. Meclis akşamüzeri geç vakit kapanır, ondan sonra, o
günkü müzakerelerin haline göre Atatürk Vekiller Heyeti’ne uğrar veya
uğramazdı. Biz çoğunlukla, Meclis’ten çıkınca Vekiller Heyeti'nde toplanır, o günkü müzakereleri kısaca
bir gözden geçirdikten sonra, ertesi günü takip olunacak hareket hattını
görüşürdük.
Meclis’teki
müzakereler son derece sert ve saldırgan bir hava içinde devam ediyordu. Bazı
meseleler üzerinde çok duruyorlar, bazı meseleleri fazla
önemsemiyorlardı. Mesela Boğazların emniyeti meselesinde çok ısrar etmediler.
Çünkü buna herkesin aklı fazla ermiyordu. Fakat Musul üzerinde kıyamet kadar
ısrar oldu. Keza, Misak-ı Millinin söylediği gibi.
Batı Trakya’nın kamuoyuna müracaat
edilerek kurtarılması tezi temin olunmadı diye, bunun üzerinde de büyük
gürültüler oldu. Batı Trakya’nın ne olursa olsun kurtarılması için ısrar
ettiler. Arazi meselelerinde Meclis’in havası son derece sert idi. Adalardan bahsolundu.
Hiç olmazsa Meis Adası’nın mutlaka kurtarılması isteniyordu. Hatta bir mebusun hatırlatması
üzerine, Tuna Nehri içinde bulunan Romanya elindeki Adakale’nin de kurtarılması
lazım geldiğini karar altına aldılar. Adakale, Berlin Antlaşması’nda unutulmuş
ve bizde kalmıştı. Bu sefer de kurtarılması karara bağlandı.
İsmet
İnönü
İstanbul
Hükümeti’nin İstifası
[...] Lozan Konferansı 20 Kasım’da
Lozan’da toplandı, İsmet Paşa konferans görüşmeleri hakkında hükümete devamlı
olarak bilgi Konferans devam ederken ordumuzun büyük
muharebe kayıplarını gidermeye çalışıyordum. Elimize geçen
harp malzemesi geniş bir
kaynak olarak
ihtiyaçlarımızı karşılıyordu. Barış müzakerelerinin durması ve çarpışmaların tekrardan başlaması
ihtimallerini daima göz önünde
tutuyorduk. Bu
düşünce ile Topkapı Sarayı’ndaki mücevherleri ve kıymet eşyayı İtilaf temsilcilerine
hissettirmeden Anadolu’ya getirmeye karar
verdik. O zaman
Donanma Kumandanı olan Hamdi Bey’e (sonradan İstanbul mebusu) geniş bir emir
yazıldı. Bir gecede bütün bu kıymetli
malzeme
toplanıp sessizce Anadolu sahillerine getirildi ve Ankara'ya naklettirildi. Bunun gibi bir harp
zamanında bize lazım olacak İstanbul"
her ne varsa Anadolu’ya
geçirildi.
Meclis, Lozan görüşmeleriyle ilgileniyor
ve durumu günü gününe takip ediyordu. 30 Kasım’da Başvekil Rauf Bey görüşmeler
hakkında Meclise geniş bilgi verdi. Muhalifler bu sefer de her şeyi yapmak ve
almak elimizde imiş de yapmıyormuşuz gibi eleştiriyorlardı. Bu önemli zamanda
yeni bir mesele çıkardılar. Salâhattin Bey ve arkadaşları, Emin ve Süleyman
Beyler Meclise bir önerge vererek mebus seçimi kanununun 14. maddesinin
değiştirilmesini teklif ettiler. Bu teklif şu idi: “Büyük Millet Meclisi’ne üye
seçilebilmek için Türkiye’nin bugünkü sınırları dahilindeki yerlerin halkından
olmak veya mebus seçileceği seçim bölgesi ahalisinden olmak şarttır. Muhacirlikten
gelenlerden Türk ve Kürtler iskânlarından itibaren beş sene geçmiş ise
seçilebilirler. Diğer bilumum unsurların Türkiye’de doğmuş olanları bu haktan
istifade etmiş olurlar”. Gizli görüş pek açıktı. Mustafa Kemal Paşa söz alarak
bu teklifin doğruca şahıslara yönelttiğini belirtti ve çok etkili sözler
söyledi. Teklif sahipleri bunun Mustafa Kemal Paşa’nın şahsına karşı olmadığını
belirttiler. Önerge oya konmadı ve görüşme son buldu. Bu konu memlekette
duyulunca her taraftan Meclise ve Mustafa Kemal Paşa’ya telgraflar geldi.
Önergeyi verenler protesto edildiler. Lozan’da memleketimizin geleceği tartışılırken,
memlekette birlik göstermek gerektiği halde, muhalif mebuslar ortalığı
karıştırmaya çalışıyor ve bu hareketler bütün milleti üzüyordu.
Artık harpler bitmiş, yeni Türk
Devleti’nin kurulması üzerine faaliyetler başlamıştı. Mustafa Kemal Paşa cephelerde
mağlûp ettiği düşmandan sonra şimdi de, politik faaliyetlerle, Büyük Millet
Meclisi’ndeki muhaliflerine karşı koyacak ve “Türkiye Cumhuriyeti’nin kurulması
devriminden başlayarak, bütün devrimleri sıra ile gerçekleştirecekti.
Kâzım
Özalp
Lord Curzon Yoktu Ortalıkta
Bu
arada 9 Nisan 1923’te barış görüşmeleri Lozan’da yeniden başlamıştı. Lord
Curzon yoktu ortalıkta. Yerine o güne kadar İstanbul’da İngiliz Yüksek Komiseri
Sir Horace Rumbold geçmişti; bu da İngiltere’nin kısa süre önce tavrını
değiştirdiğinin belirtisiydi. Bununla birlikte uzlaşmaya varılmcaya kadar yine
de bir üç ayın daha geçmesi gerekti. [...]
Dagobert
Von Mikush
İslam
Ülkelerinden Ulaklar Gelip, Mustafa Kemal’e Müslüman Halkların Kendisini Halife
Olarak Görmek Yolundaki Dileklerini İletiyordu
[...] 4 Mart’ta
Abdülmecit İstanbul’u terk etti. Birkaç gün sonra onu otuz kadar Osmanlı
hanedanı prensi ve prensesi izledi; bunlar Orient Ekspresi’yle Avrupa’ya, orada
sürgünde yaşayan, sayıları hayli kabarık imparator ve krallarla, prens ve
prenseslerle arkadaşlık etmek üzere gittiler.
Hilafetin
kaldırılması İslam dünyasından daha çok, Avrupa’da heyecan uyandırdı. Kurtuluş
Savaşı’nda Türkleri desteklemiş, davalarını İngiltere’ye götürmüş ve sürekli savunmuş
olan Hint
Müslümanları
protestolarda bulundular. Hicaz’da ya da Mısır'da yeni bir hilafet kurmak
girişimleri oldu; fakat çok geçmeden vazgeçildi. Bu da o güne kadarki şekliyle
hilafetin, en azından sadece geçmiş zamanın bir kalıntısı olduğunu gösteren bir
işaretti. İslam birliği ülküsü, I. Dünya Savaşı’nda Müslümanlar, Hristiyanların
safında Müslümanlara karşı savaştığı günden beri çoktan suya düşmüştü. Hilafeti
kaldırması ve İslam dünyasından çözülmesinin Türkiye için intihar demek olacağı
yolundaki kehanetler de boş çıkmıştı.
Halifenin
kovulmasından sonra, Mustafa Kemal’in hilafeti üstlenmesini sağlamayı amaçlayan
bir hareket başlatıldı. Bu doğrultuda zorlamalar yalnızca Millet Meclisi’nden
kaynaklanmıyor, başka İslam ülkelerinden ulaklar gelip, Mustafa Kemal’e Müslüman
halkların kendisini halife olarak görmek yolundaki dileklerini iletiyordu.
O
günlerde, ülkesini kurtarmış bu kahraman için, İslamiyet’in bu en yüksek
makamına geçmesi ve bu sıfatı aldıktan sonra da kendisini padişah ilan etmesi
hiç de zor olmazdı. Halk yığınları onun padişahlık iktidarına yükselmesini
doğal karşılar ve hatta sevinçle onaylardı. Eski hanedanı devirmeye ve
halifeliği bile kaldırmaya kalkışmış olması sadece ününü artırmıştı.
O
zaman neler olacağını tasarlamak boşa gevezelik olur. Belki de tarihteki rolü
dramatik bir eğri çizerdi: Fırtınamsı, parlak bir yükseliş ve sonra birdenbire
trajik bir devriliş. Ne var ki bu birinci konsül, bir Napolyon değildi. Onu
hiçbir ham hayal kendine çekemiyor, hiçbir yükselme hırsı gözünü köreltmiyor,
bütün romantik tasarımlar, bu gerçekçi, bu hesabını bilen adamdan uzak
kalıyordu.
Kendisine
hilafet önerisinde bulunan İslam ülkeleri temsilcilerine şöyle cevap vermişti:
“Biliyorsunuz ki halife devlet başkanı demektir. Başlarında kralları ve imparatorları
hükümran olan halkların istek ve önerilerini nasıl kabul edebilirim? Halifenin
emirlerinin uygulanması ve yasaklara uyulması gerekir. Beni halife yapmak isteyenler,
emirlerimi yerine getirebilecek durumda mıdırlar? Bu bakımdan ne anlamı ne de var
olma hakkı bulunan hayali bir rolü üstlenmek gülünç olmaz mı?
Dagobert von Mlkusch
Serendip Altındal
Özün Kişiliğinin Aynasıdır (Eski makaleler)
serendipaltindal02.blogspot.com