Blog Arşivi

15 Mart 2024 Cuma

SALTANAT HIRSI(ZI)MI?.

 



            Baskıyla Cumhurbaşkanlığı, tek adam Saltanatına dönüşmüş, meclisi tek adamla neredeyse ilga edilmiş, tarımı, milli sanayii yok edilmiş, toprakaltı-üstü değerleri yok pahasına yabancılara hibe edilmiş, bütün bu olumsuzluklar, anayasal hukuku da yok ederek şimdi de Cumhuriyetimizi yemeye hazırlanmaktadır. Diğer tarafta ise Atatürkçü, Cumhuriyetçi, milliyetçi geçinenlerse, yapay gündemcilerin tezgahına gelip, boş tekrarlarla zaman öldürerek, ülkenin birlikte soyulmasına adeta gönüllü hizmet vermektedirler. Ne ki vatandaş kulvarından görünen ise budur.

 

            Üstelik Kılıçdaroğlu gibi olgun ve yetkin bir siyaset adamını, oldu bittiyle değiştirmeye kalkıp tam da en olgun döneminde erken emekli edenler, içinde bayrak taşıyan olgunları olmayan bir topluma, millet denilemeyeceğini herhalde ya bilmiyor ya da unutmuşlardır. Ben ve benim gibi ahde vefalı olgunlar, aslında doğuşumuzdan itibaren kurucu Partinin gönül üyesi olarak hayata başladığımız ve de hep hakkımız olanı aldığımız için, bugüne kadar çamaşır değiştirir gibi Parti değiştirmeye de hiç ihtiyacımız olmamıştır. Hele de ben kişisel menfaati uğruna, bırakın Lozan Zaferini, 2. Dünya Savaşına, Hitler baskısına rağmen ülkesini sokmamış; ama ülkesini çok Partili demokrat bir rejime sokmuş İnönü gibi, Atatürk’ten sonra ikinci bir Dünya Liderini dahi dışlayıp, kurucu Atatürk’ün Partisini böldüğü için de siyasada, bugünkü ilkellerle mukayese bile edilemeyecek olan Ecevit’e sempati besleyememiştim.

 

            Şimdi, kalıcı ulusların asla vazgeçilemezi olan ya da uluslarını kalıcı yapan emekliler bile yerel seçimler öncesi tekrar dışlandığına göre; Erdoğan artık her şeyi boşlamış görünüyor. O zaman bir erken genel seçimi de ister istemez göze almış demektir. Aslında çaresizliği tavan yapmış kendisi ve bütün millet hesabına bu, hiç de fena olmaz hani. Çünkü Ortadoğu’ya çakılmayı kafasına yerleştirmiş olan emperyalistin, bu konumda elbette Erdoğan ve AKP tetikçiliğinden kendi hesabına; ama ülkemizi de karartacak ve sonu 3. Dünya Savaşıyla noktalanabilecek çok güzel hareketler(!) beklediği de kesindir. Ne var ki muhtemel bir Dünya harbinden sonra da yeni veya tek dişi kalmış bir USA dan, bahsedilebilineceği artık abesle iştigal olacaktır. Tabii ki ortaya çıkacak bu yeni resime Erdoğan ve AKP’si de dahildir.

 

            Yani “demir almak günün gelmişse bu mekândan, yapacak başka bir şeyin de yoktur artık inan”, demek zamanı gelmiştir onlar için de dostlar. Ki bunun hepimiz için bir gerçek olduğunu kuşkusuz sende çok iyi biliyorsun. O halde buna bari bir ‘evet’ diyebilsen kardeş. Bakalım, yakında çok uluslu harp oyunları yine başlayacak mı? Ve bakalım, işin sonu bu defa nereye dayanacak. Dünya resmi nasıl değişecek, kim gidecek kim kalacak. Her şeyin anası olan zaman nasıl olsa olacakları belleğine yine yazacaktır. Yalnız birilerinin tarihte bile yer alamayacağına gelecek nesiller, hep bilindiği gibi de nasılsa yine şahit olacaklardır, bilesiniz. “Mülk Allah’ındır, biz emanetçiyiz” diyen kişi; acaba Allah’ın mülkü kendisine mi bıraktığını ima etmek istemiştir, ne dersiniz?

 

Ekler: HATIRATLARLA KARŞILAŞTIRILMALI NUTUK – İBB YAYINLARI

Bu Türk, Tıpkı Halı Alışverişindeki Gibi Pazarlık Ediyor

|...] Konferans böylece Lord Curzon ile İsmet Paşa arasında aylarca süren bir düelloya dönüştü. Lord, Britanya’nın dünyada sahip bulunduğu yüksek yerin kürsüsünde oturuyor, konferansı bir başöğretmen gibi yönetiyor, aferinler ve zılgıtlar dağıtıyordu, daha sıkça olanı da tabii bu sonuncusuydu. Paşa ise ne kuru gürültüye pabuç bırakıyor ne de yola geliyordu; her zaman hep serinkanlı kalıyor, sadece işitmek istediklerini işitiyor, yılmadan, bıkmadan, inatla mücadelesini sürdürüyor, isteklerinden de tek kuruşluk indirim yapmıyordu. “Bu Türk, tıpkı halı alışverişindeki gibi pazarlık ediyor” diyordu Lord Curzon öfkeyle. [...]

                                                                            Dagobert von Mikusch

 

Türkiye’nin Mevzilerini İnatla Savundular

            [...] Lozan’daki Türk heyetinin hakkını vermek gerek. Gerek heyet başkanı İsmet Paşa gerek heyetin öteki üyeleri, yeni Türkiye’nin mevzilerini inatla savundular. Yalnız Boğazlar sorunu bir istisna oluşturdu. İsmet Paşa bu konuda çabucak mevzilerini teslim etti. Bu fedakârlık bizim hesabımıza, bir dereceye kadar da Türkiye’nin millî çıkarları hesabına olmuştu. Türkler için Boğazlar, genel dış politika sorunlarının ancak bir parçasıydı. Boğazlar bir pazarlık konusu halini aldı. Türk Hükümeti, İngiltere’nin ve öteki Batılı devletlerin savaş gemilerinin Boğazlardan serbestçe geçişi konusuyla yakından ilgilendiklerini biliyor, Boğazlar işinde fedakârlık gösterdiği takdirde kapitülasyonlar, toprak ve finans işlerinde bir başarısızlık sağlayabileceğini umut ediyordu.

            Mustafa Kemal Paşa, Sovyet Hükümeti’nin Boğazlar yüzünden Türkiye ile bozuşmayacağı, bunun önemli bir sorun olmakla birlikte RSFSC [Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği] ile Türkiye ve öteki Doğulu ülkeler arasındaki genel politik çerçeve içinde ancak bir parça oluşturduğu noktasına dayanmaktaydı.

            Mustafa Kemal, İngiltere ve Fransa’nın, Rusya ile Türk askerî müdahalelerde iyice canlarının yandığını, iç politik durumlarımı ak i kararsızlığın, uluslararası politik ve ekonomik konulardaki anlaşmazlıkların, kamuoyunda savaşa karşı artan hoşnutsuzluğun İtilaf Devletleri’ne yakını bir tarihte yeni bir askerî saldırıya izin vermeyeceğini birçok seterler ima etmişti. Mustafa Kemal’e göre bu süre, Türkiye ile Rusya’ya durumlarını güçlendirme, Boğazlar rejiminde değişiklik yapma olanağı verecektir Boğazlar rejiminde İngiltere’ye verilecek ödün, Türkiye’ye, Lozan Konferansı’nın gündeminde bulunan başka konularda başarılar elde etme olanağı sağlayacaktır.

            Ancak Türkiye’nin dış politikadaki pozisyonunu güçlendirebilecek bir politika olarak ortak düşman Batı emperyalizmini doğrudan ve adilce yargılamak ve ona karşı ortak bir hat oluşturmak yerine, Türkiye Hükümeti başka bir yol tutturdu.

      Curzon’un, bu savaşçı emperyalistin önünde, Lozan Konferansımda doğrudan doğruya Sovyet Rusya ile Türkiye arasındaki dostluğu bozma işini örgütlemek duruyordu. O, neye mal olursa olsun bu dostluğu kundaklamaya ve Türkiye’yi tekrar İngiliz emperyalizminin vasalı haline getirmeye çalışıyordu. Mustafa Kemal bunu çok iyi anlıyor ve Boğazlar sorununda fedakârlık yaparak ama Boğazları istediği zaman kapamaya yetecek kadar garantileri elinde tutarak Curzon’u tuzağa düşürmeyi düşünüyordu.

Bu kararsız politikanın eninde sonunda yeni Türkiye için ağır sonuçlar doğurduğunu tarih göstermiştir.

Türk Hükümeti’nin Lozan Konferansı sırasındaki çalışmaları bir gizlilik perdesiyle örtülüydü. Basın biraz daha açık davranmakla birlikte, dış sükûnetin çerçeveleri dışına çıkmıyordu. Bu arada meclisin gizli oturumlarında şiddetli tartışmalar oluyor, tutucu muhalefet durmadan hükümete saldırıyordu. Meclis kapıları hiç beklenmedik bir sırada geniş halk yığınlarına açılınca, Rauf Bey’in Lozan Konferansı üzerine yaptığı konuşma sırasında, muhalefetin oturduğu yerden yaptığı bağırmalarla, hükümetin ve Mustafa Kemal Paşa’nın Musul ve Boğazlar sorununun çözümünde uyguladığı politikadan hoşnutsuzluğunu nasıl belirttiğine tanık olduk. [...]

                                         Semyon İvanoviç Aralov

Yalnız Kaldım!

       İsmet Paşa bir basın toplantısındadır. Gazetecilerin sorularını şöyle cevaplandırır:

“Konferans hakkında size ne söyleyeyim? Konferansın başlangıcında bu böyle oldu. Bizi buraya davet ettiler geldik. Fakat karşımızda kimseyi bulamadık. Yalnız kaldım. Bu sefer de bana hiçbir şey haber vermeden gidiyorlarmış! Gene burada yalnız kalıyorum, insana bir haber olsun verilmez mi? Bütün konferans boyunca, biz, diplomatların milletlere karşı üzerlerine aldıkları mesuliyet duygusuyla çalıştık. Sadece ‘evet’ veya ‘hayır’ demek kolaydır. Fakat birçok masum insanların kanı, milletlerin yazgısı söz konusu olduğu bir zamanda işi böyle kolaya almak mümkün müdür? İnsanların yazgısı oyuncak mıdır? Ben bütün konferansta bu mesuliyetin yükü altında çalıştım. Şimdi hadiseler hakkında hüküm vermeyi, milletlerin vicdanına bırakıyorum!..”

Bu noktada İsmet Paşa, toprak meselelerinin, azınlık meselesinin müttefiklerin arzusuna göre halledildiklerini, Boğazların serbestliğinin kabul olunduğunu, adli kapitülasyonlar meselesinde anlaşıldığını, halbuki son zamanda müttefiklerin bu kapitülasyonları şeklen kaldırarak, yerlerine yeni kayıtlar koymak istediklerini, iktisadi meselelerde makul olan şeylerin kabul edildiğini ve Türklerin namuslu borçlular olarak, imparatorluk borçlarından hisselerine düşeni kabullendiğini söyler. Ama sonra kendisine “Haberiniz olmadan bazı sözleşmeler yaptık, bunları da gözü kapalı imzalayın,” dediklerine değinir. Bunlar müttefiklerin eski İstanbul Hükümeti ile imzaladıkları sözleşmelerdir.

Şöyle devam eder:

"Hangi imtiyazlar? Hangi sözleşmeler? Bunları kim vermiş? Nasıl ve ne için vermiş? Hangi şartlar içinde verilmiş? Bilmiyorum ki imza edeyim! ‘Bunları bana gösteriniz, inceleyeyim,’ dedim. ‘Hayır, şimdiden, görmeden, bilmeden, anlamadan imza ediniz,’ dediler. ‘Bunlar bizim için meçhuldür! İmza ediniz,’ diyorlar. Niçin? Reddettim!..

Bütün fedakârlıkları yaptım. Her şeyi kabul ettim. Fakat memleketimin iktisadi esaretini reddederim... Ben vicdanen rahatım. Hem memleketim karşısında hem dünya karşısında, sorumlu değilim. Ama onlar âleme ne diyecekler?..”

“Paşa hazretleri, şimdi ne yapacaksınız? Harp başlayacak mı?” 

“Mudanya Sözleşmesi ateşkese, konferansın devamı süresince uyulacağını söyler. Bana henüz konferansın bittiği resmen bildirilmemiştir. Bu tebliğ yapılınca tabii ateşkes bitecek... Eğer onlar bana bildirmezlerse, ben onlara sorarım…”

5 Şubat’ta da Fransız Delegeler Heyeti, Lozan’dan ayrılır. Fakat hareketinden Önce Bompard gazetecilere: “Aman sözlerimi yanlış anlamayın. Konferans kesildi demiyorum. Yalnız konuşmalar bitmiştir diyorum,” şeklinde beyanda bulunur. Evet konferans kesildi mi, kesilmedi mi? Bu bile belli değildir! 5/6 Şubat gecesi de konferansın Genel Sekreteri Massigli İsmet Paşa’yı ziyaret ederek Poincare’in bir mesajını getirir ve güya bir nota göndermesi tavsiyesinde bulunur. İsmet Paşa bunu kabul etmez. Sorar:

“Konferans bitmiş midir?”

“Hayır, yalnız ertelenmiştir!”

“O halde bundan faydalanarak ben de gidiyorum. Zamanı gelince beni çağırırsınız...”

Konferansın kesilmesine, bilhassa Fransa’nın ısrarı yüzünden ve Fransız menfaatlerini ilgilendiren istekler sebep olmuştu. Fransız, kamuoyu önünde sorumluydu. Bompard’m daha İsviçre sınırından, Paris’te Poincare’ye telefonla verdiği bilginin, başvekili kızdırdığı da daha sonra duyulacaktı. Gürzon’un [Curzon] dönüşünü ise İngiliz basını iyi karşılamamıştı...

                                                                        Şevket Süreyya Aydemir

Çok Oyun Yapıyorlar!

13 OCAK 1923 CUMARTESİ

Meclis’te az bulundum. İngilizler Bolayır’da dekovil [küçük demiryolu] yapıyorlarmış. Buradan kanal açmak arzuları da vardı.

Lozan’dan İsmet’in mektubu (5 Kânunusani 339) [5 Ocak 1923]. Sevgili Kardeşim Karabekirciğim,

Gözlerinden öperim. Sıhhatim iyidir. Çok meşgulüm. Çok oyun yapıyorlar. Dünyanın yazgısını idare eden adamları birer birer, beşer beşer yakından görüyoruz. Vatanımız ne zaman mamur olacak. Bir tek ve asıl mesele budur. Barış olsa da olmasa da. Tekrar tekrar gözlerinden öperim sevgili kardeşim Kâzımcığım.

5 Kânunusani 339 [5 Ocak 1923]

Saat 3 evvel [Saat 15.00’ten önce]

İsmet

                                                                   Kâzım Karabekir

Lozan Konferansı’nda Türkiye

 [...) Sovyet Rusya’ya ve yeni Türkiye’ye karşı doğrudan silahlı saldırılar bir sonuç vermeyince, Churchill’in, Curzon’un, Lloyd George’un ve Poincare’nin kişiliğindeki emperyalist hükümetler taktiklerini değiştirdiler. Yıkıcı perde arkası faaliyetiyle Sovyet Rusya ile Türkiye’nin arasını açmaya çalıştılar.

Emperyalist ajanlar, Türkiye’de hükümete ve siyasi örgütlere sızmaya başladılar.

Türkiye ile Sovyet Rusya arasında dostça ilişkiler kurulduğu ve geliştiği sırada Türkiye’deki emperyalist ajanların başvurduğu entrikalar ve provokasyonlardan yukarıda söz etmiştim.

Rauf Bey’in gerici hizbi, çeşitli dolambaçlı manevralarla Türkiye ve Sovyet Rusya için yaşamsal olan Boğazlar sorununu karmakarışık bir hale getirmeye çalışıyordu. Ne olursa olsun Sovyet elçiliği ile ilişkilerde bir gerginlik yaratmaya çalışarak Sovyet dış ticaret tekeli sistemi, ticaret temsilciliğimiz, konsolosluklarımız üzerine görüşme konuları ortaya atıyordu. Lozan Konferansı sıralarında bunu özellikle hissediyorduk.

Ancak, geçmiş zamanı bugünküyle kıyaslayarak, Mustafa Kemal Paşa zamanında "da” SSCB’ye düşmanca saldırılar yapıldığım söyleyenler haklı değildirler. Evet, böyle saldırılar olmuştur ama saldıranlar yeni Türkiye Hükümeti ve Türk halkı değil; emperyalist İtilaf Devletleri ve Türk karşıdevrimcileri, itilaf Devletleri’nin gizli ajanları, her türden maceracılar, kendi basit emelleri için hiçbir engel tanımayan entrikacılardı. Ama emperyalistlerin ve Türk gericilerinin bütün çabalarına rağmen, Türkiye Cumhuriyeti ile Sovyet Rusya arasındaki dostça ilişkileri bozmayı başaramamışlardır.

Türkiye’nin Lozan Konferansı’nda Sovyet Rusya’nın yardımına dayanma olanağının olması, tabii ki Batılı emperyalistlerin asla işine gelmiyordu. Bunun için aramıza nifak sokmaya uğraşıyor, Sovyet temsilcileriyle Türk Devleti’nin başı Mustafa Kemal’in arasında "soğuk ilişkiler” olduğu izlenimini yaymaya çalışıyorlardı. Bu durum, Lozan Konferansının hazırlayıcıları olan Batılı devletlerin isteklerine çok uygundu. Rauf Bey'i tutanlar ve gerici basın da bu yönde bir çaba göstermeliydi.                                                               

                                                               Semyon İvanoviç Aralov

 

Ankara'ya Döneceğim ve Milletime Diyeceğim ki, Lord Curzon’un Başkanlığındaki Konferans Harp İstiyor!

[...] İsmet rahatsız ve canı sıkkın. Oturmakta olduğu koltuğa âdeta gömülmüş. Alnı (yüzü) kıpırdıyor. Mendilini sık sık dudaklarına götürüyor Çok rahatsız ve sinirli.

Curzon koltuğunda azametle kurulmuş, oturuyor. Ben onun hemen arkasında oturuyorum ve not alıyorum. Bompard güzel konuşuyor. Garoni ise gayet kötü. Sonra Marki (Curzon) söze başlıyor. Emsalsiz denecek kadar güzel konuşuyor: Tatlılık, ümitsizlik, korkutma, otorite...

“İsmet Paşa,” diyor, “unutma ki, mümkün olandan fazlasını verdim. (Bu bir yalandır. Mümkün olandan fazlasını kazanmıştı. Bu ihtiyar tilki bunu biliyordu). Ve bütün bunları sulh [barış] uğruna verdim. Sulh... Sulh…

Mr. Bompard’ın da dediği gibi sulh sizin elinizdedir. Eğer şu önümüzdeki iki saat içinde sulh yapmazsak, ondan sonra artık sulh olmayacaktır. Belki de harp olacaktır İsmet Paşa! Harp!

Biz artık bekleyemeyiz. Size yalvarıyorum, kabul etmeniz için! Bizzat kendi mektubunuz da varmış olduğunuz neticeye göre, size yapmış olduğumuz tavizleri kabul ediniz ve biliniz ki, artık tavizlerin sonuna gelmiş bulunuyoruz. Sonunda! (Burada dramatik bir şekilde son kelimesi üzerinde durur).”

İsmet Paşa ve Rıza Nur bunun üzerine vaziyeti görüşmek için Crowes’un odasına çekildiler. Onlara yolda refakat ettim. Bagajlarla dosyalarımız, götürülmek üzere toplanmıştı. Marangoz dosyaları, Bil Bentinck’in dikkatli nezareti altında sandıklara doldurup topluyordu. Bu geçit üst kata çıkmakta olan gazeteciler tarafından tıkanmıştı. Bu tıkanıklık arasından ilerledik. İsmet’i Crowes’un odasına götürdüm ve Marki’nin yanma döndüm. Onun oturma odasındaki atmosfer buhran kokuyordu. Kendisi arkasını koltuğuna dayamış, neşeli, hükmedici ama yıpranmış oturuyordu.

Saat 6.45’te İsmet dönüyor. Bizim bütün tekliflerimizi kabul ediyor. Fakat ekonomik paragrafı reddediyor. Marki, Bompard’a manalı bir gülümseyişle:

“Size demedim mi?” diyor.

İsmet gene Yunanların tamirat meselesinde, karşı bir talepte bulunmalarına müsaade edilmemesi hususunda ısrar ediyor. Marki dönüyor:

"Venizelos’a söyle,” diyor...

Bompard ve Montagna arkasından ona, kapitülasyonlar hakkında yeni bir formül (hal tarzı) gönderiyorlar. İstasyona da Orient Ekspres’in yarım saat daha beklemesi için telefon ediyoruz. Acele yemek yiyoruz. 9.15’te oteli terk ediyoruz.

İstasyonda büyük bir kalabalık ve birçok da polis var.

Trenden eğilerek, sarkarak bakıyoruz. Belki son dakikada İsmet Paşa yumuşar, İnadından vazgeçer diye...

Bompard sinirli ve soluğu kesilerek trenin merdivenine eliyle vuruyor.

“İyi değil, iyi değil,” diyor...

Tren memuruna:

“Gidiyoruz,” diyorum.

Koca tren yavaş yavaş harekete geliyor ve gecenin karanlıklarına dalıyor... [...]

                                                                                 Harold Nicolson

 

HAROLD NICOLSON KİMDİR?

Lozan Konferansı’nda Lord Curzon'un sekreterliğini yapmıştır. Sir Harold Nicolson, 21 Kasım 1886'da Tahran'da doğdu. Aile­sinin diplomatik görevlerinden dolayı gençliği boyunca Orta Avrupa, Türkiye, Madrid ve Rus­ya'da yaşamını geçirdi. 1909 yı­lında Dışişleri Bakanlığı'na girerek 20 yıl kaldığı Madrid, Tahran ve Berlin'de denizaşırı görevlerde bulundu. Üç ciltlik Günlükleri ve Mektupları (1966-1968), 1930'dan 1964'e kadar İngiliz sosyal ve po­litik yaşamının değerli bir belgesi oldu. Churchill, David Lloyd Geor- ge, Charles de Gaulle'le yakın ar­kadaşlığı olan Nicolson, edebiyat alanında, politika ve diplomaside elde ettiği saygınlıktan daha faz­lasına sahiptir. Lozan Konferansı dönemi ve diplomasisine ilişkin gözlemlerini Curzon: The Last Phase, 1919-1925. A Study in Post-War Diplomacy kitabında ele almıştır. 1 Mayıs 1968’de İngilte­re'de öldü.

Türk Millî Hâkimiyetine Aykırı Hiçbir Kaydı Kabul Etmem

Cumartesi günkü toplantısında müttefikler hazırladıkları barış antlaşması tasarısını 3 Şubat'ta İsmet Paşa’ya verdiler. Paşa cevabını ertesi gün verecekti. O gece Paşa’nın dairesinde, çok geç saatlere kadar çalışıldı. 4 Şubat sabahı Türk cevabı müttefiklere bildirildi. Öğleden evvel müttefikler kendi aralarında toplandılar. Gazeteciler; İngiliz heyetinin kaldığı Beau Rivage Oteli ile Türk delegelerinin kaldığı Lozan Palas arasında mekik dokuyorlardı. Önce Beau Rivage’dan iyi haberler sızdı. İsmet Paşa davet ediliyor. İsmet Paşa ve delegeler, saat dörde doğru, silindir şapkaları ellerinde otellerinden iniyorlar. Gazetecileri selamlıyorlar.

Konferans toplanıyor. Önce hiçbir haber sızmıyor. Bir saat kadar geçiyor ve ortalığa fena söylentiler yayılmaya başlıyor: Müttefikler, Türk tekliflerinin bazı noktalarına itiraz etmişler! İşte o zaman İsmet Paşa yan odaya çekiliyor. Delege arkadaşlarıyla baş başadır.

Curzon ise: “Bekleme tahammülüm yok,” diye söylenmektedir. Kesin cevap istemektedir. Salona dönen İsmet Paşa ile Lord Curzon arasında ondan sonradır ki, son mücadele başlar. Yarım saat kadar sonra ise, İsmet Paşa’nın son cevabı öğrenilmiştir:

“Türk millî hâkimiyetine aykırı hiçbir kaydı kabul etmem!..”

İsmet Paşa ve arkadaşları konferans binasını sükûnetle terk ederler.

Oteline dönen İsmet Paşa’yı gazeteciler karşılar. Soru ve cevap kısadır:

“Ne oldu Paşam?”

“Ne olacak? Hiç! Esaret altına girmeyi kabul etmedik.”

 

İsmet Paşa ve arkadaşları sükûnetle dairelerine çıkarlar. Herkes bir şeyler bekler. İtalyan Baş Delegesi Montagna, Curzon’a koşmuştur. Kapitülasyonlar bahsinde son fedakârlıklarını rica eder. Daha sonra adına Montagna formülü denilecek olan bir formül düzenler. Bu formülü benimseyen Fransız Baş Delege Bompard telaşla gelir. İsmet Paşa’nın yanına çıkar. Son birtakım teklifler getirmiştir. Az sonra da Amerika Delegeleri Amiral Bristol ve Mr. Child gelirler. Son bir aracılık peşindedirler. Az sonra Montagna da İsmet Paşa’nm yanına seğirtir.

Curzon ise trene binmiştir. Tren saat 9.00’da kalkacaktır ve istasyonun saati dokuzu vurur. İngiliz Hariciye Nazırı hiddet ve asabiyet içindedir. Bu ufak tefek Türk, onları nasıl böyle oynatabilir ki? Ama trenin biraz daha beklemesi de istenmiştir. Nihayet kalabalık arasından Bompard görünür. Polisler ona yol açarlar, Fransız Baş Delegesi trene çıkar. Yorgun, halsiz ve bitkindir. Curzon'a neticeyi bildirir:

“Türkler son teklifleri de reddettiler!..”

Gerçi vagonun penceresinden bazılarının gözleri hâlâ yollardadır. Acaba İsmet Paşa’dan yeni bir haber gelecek mi diye. Fakat haber yok. Nicolson işte o zaman istasyon ilgililerine emrini verir. Tren kımıldar. Harekete geçer. Karanlıklara karışır. İşte bu hareketten öncedir ki bazı delegeler ellerini pencerelere vurarak:

“Fena oldu, çok fena oldu...” diye mırıldanırlar. Amerikan delegelerine gelince, onlar trenin bir saat daha beklemesi için istasyona koştukları zaman, Curzon’un treni çoktan hareket etmişti. Meğer Amerikalılar trenin hareket saatini yanlış biliyorlarmış. Tren saat 10.00’da kalkacak sanıyorlarmış. Bu hareketi saat 11.00’e kadar geciktirmek ve bir şeyler yapmak isterlermiş...

                                                                                                                                            Şevket Süreyya Aydemir

Türk Heyeti de Lozan’ı Terk Etti

     [...] Konferans başlayalı üçüncü ayına girmiş, fakat pazarlıkta hâlâ uyuşma olmamıştı. Sonunda Lord Curzon son kozunu oynadı ve pazardan mal alan bir müşteri gibi davranarak, daha yüksek fiyat veremeyeceğini söyledi ve fena halde öfkelenmiş halde konferans dükkânını terk etti. Garda hazır bekleyen trenin önünde, İsmet Paşa’nın kendisine koşup geleceği ve öneriyi hemen kabul edeceği umuduyla bekledi. Ama İsmet Paşa gelmedi ve Lord Curzon eli boş olarak yola çıkmak zorunda kaldı.

Konferans 1923 Şubat’ı başında hiçbir sonuç alamadan kesildi; Türk heyeti de Lozan’ı terk etti.

                                                                   Dagobert von Mikusch

           

Rauf Bey’in Emektar Hamidiye’nin Kaptan Köprüsünden Komuta Eder Gibi Talimat Verdiğini Söylüyordu

      [...] Öte yandan, İsmet Paşa da Ankara’nın kendisine hiçbir hareket özgürlüğü tanımamış; değil yalnız görüşülecek konuları, görüşme biçimini bile dikte etmiş olmasından yakınıyordu. Yardımcısı da, Rauf Bey’in emektar Hamidiye’nin kaptan köprüsünden komuta eder gibi talimat verdiğini söylüyordu. İsmet Paşa da gitgide, “Rauf Bey’in Gazi’ye bildirmeden talimat vermekte olduğu” kuşkusuna kapılmış ve "görüşmelerin ciddi ve nazik bir döneme girdiğinden söz ederek, Mustafa Kemal’in bizzat durumu izlemesini” istemişti. Gazi, bunun üzerine şimdiye kadar Rauf Bey’e saygı göstererek katılmadığı kabine toplantılarında bulunmaya ve arada sırada hükümet kararlarını kendisi kaleme almaya başladı. Ancak, kendi deyimiyle, iki tarafa karşı takındığı tutum yumuşak olmadı ve bir tarafa hak vererek öbür tarafı susturmak sistemini uygulamadı. [...]                                                                        

                                                                                Lord Kinross

Atatürk’ü üzen Olaylar

       Bugünlerde Atatürk’e karşı hazırlanmış mühim bir hadise olmuştu.

Seçim Kanunu’nda değişiklik yapılmak üzere, bir kimsenin mebus seçilebilmek için bir yerde en az beş sene oturmuş olmasını şart koşan bir teklif hazırlamışlar, Meclis’e vermişler. Bundan Atatürk son derece üzülmüştü. Bunu doğrudan doğruya kendi şahsına yöneltilmiş bir tertip saymıştı. Kendisini müdafaa için, bu tertibi, millete ve dünyaya anlatılması en kolay olan bir mücadele konusu yaptı ve haklı olarak bunu azami derece kullanıyordu. Evet, Atatürk bir yerde beş sene oturamadı. Çünkü kendisi ne hayatım ne rahatını düşünmüş, vatanı kurtarmak uğrunda hayatını feda edecek kadar çalışmıştır. Bugün çok şükür hepimiz memleketlerimize sahip olarak, her birimiz belli bir yerde yerleşmiş vatandaşlar olarak oturabiliyorsak, hürriyet içinde yaşayabiliyorsak, bu neticeye, onun bir yerde beş sene oturamamış olması ve vatanı kurtarmak için çalışması sayesinde ulaşmışızdır. Atatürk, bu gerçeği bütün tasvirlerinde pek güzel anlatıyordu. Mücadelesini yaparken, Meclis’te muhaliflerine, tabii son derece kuvvetli olarak karşı çıktı.

Meclis’te muhalifler “İkinci Grup” adı altında teşkilatlı bulunuyorlardı. Bunlar, bütün Millî Mücadele esnasında, zaman zaman tedavi edilmesi imkânsız görülmüş olan geçimsizliğin takipçileri idi. Şimdiye kadar muhtelif vesilelerle zafer mümkün değildir, bizi oyalıyorlar, taarruz edeceğiz diyorlar fakat taarruz etmeyeceklerdir, taarruz ederlerse taarruzun başarılı olması ihtimali yoktur, bir an evvel uyuşmak lazımdır tarzında muhalefet yaparlardı. İtilaf Devletleri’nin her barış teşebbüsünde, barışseverlik ve insanlık göstermek taraftarı olan bu kişiler, askerî zaferin tahminin çok üstünde kesin neticeler vermesi ile tabii çok güç duruma düşmüşlerdi.

İkinci Grup'a mensup mebusların hepsi, şimdi, barış fırsatı kaçırıldı teranesi ile bütün hiddetlerini yenileyerek, hücumlarını yine Atatürk’e, Atatürk’ün idaresine ve onun çalışmalarını desteklediği, takip ettiği Lozan Barış Heyeti ve hükümet politikası aleyhine yöneltmişlerdi. Müzakereler sabahtan akşama kadar gizli olarak devam ediyordu. Meclis akşamüzeri geç vakit kapanır, ondan sonra, o günkü müzakerelerin haline göre Atatürk Vekiller Heyeti’ne uğrar veya uğramazdı. Biz çoğunlukla, Meclis’ten çıkınca Vekiller Heyeti'nde toplanır, o günkü müzakereleri kısaca bir gözden geçirdikten sonra, ertesi günü takip olunacak hareket hattını görüşürdük.

Meclis’teki müzakereler son derece sert ve saldırgan bir hava içinde devam ediyordu. Bazı meseleler üzerinde çok duruyorlar, bazı meseleleri fazla önemsemiyorlardı. Mesela Boğazların emniyeti meselesinde çok ısrar etmediler. Çünkü buna herkesin aklı fazla ermiyordu. Fakat Musul üzerinde kıyamet kadar ısrar oldu. Keza, Misak-ı Millinin söylediği gibi.

        Batı Trakya’nın kamuoyuna müracaat edilerek kurtarılması tezi temin olunmadı diye, bunun üzerinde de büyük gürültüler oldu. Batı Trakya’nın ne olursa olsun kurtarılması için ısrar ettiler. Arazi meselelerinde Meclis’in havası son derece sert idi. Adalardan bahsolundu. Hiç olmazsa Meis Adası’nın mutlaka kurtarılması isteniyordu. Hatta bir mebusun hatırlatması üzerine, Tuna Nehri içinde bulunan Romanya elindeki Adakale’nin de kurtarılması lazım geldiğini karar altına aldılar. Adakale, Berlin Antlaşması’nda unutulmuş ve bizde kalmıştı. Bu sefer de kurtarılması karara bağlandı.              

                                                                                                                                                                                    İsmet İnönü

İstanbul Hükümeti’nin İstifası

       [...] Lozan Konferansı 20 Kasım’da Lozan’da toplandı, İsmet Paşa konferans görüşmeleri hakkında hükümete devamlı olarak bilgi Konferans devam ederken ordumuzun büyük muharebe kayıplarını gidermeye çalışıyordum. Elimize geçen harp malzemesi geniş bir kaynak olarak ihtiyaçlarımızı karşılıyordu. Barış müzakerelerinin durması ve çarpışmaların tekrardan başlaması ihtimallerini daima göz önünde tutuyorduk. Bu düşünce ile Topkapı Sarayı’ndaki mücevherleri ve kıymet eşyayı İtilaf temsilcilerine hissettirmeden Anadolu’ya getirmeye karar verdik. O zaman Donanma Kumandanı olan Hamdi Bey’e (sonradan İstanbul mebusu) geniş bir emir yazıldı. Bir gecede bütün bu kıymetli malzeme toplanıp sessizce Anadolu sahillerine getirildi ve Ankara'ya naklettirildi. Bunun gibi bir harp zamanında bize lazım olacak İstanbul" her ne varsa Anadolu’ya geçirildi.

Meclis, Lozan görüşmeleriyle ilgileniyor ve durumu günü gününe takip ediyordu. 30 Kasım’da Başvekil Rauf Bey görüşmeler hakkında Meclise geniş bilgi verdi. Muhalifler bu sefer de her şeyi yapmak ve almak elimizde imiş de yapmıyormuşuz gibi eleştiriyorlardı. Bu önemli zamanda yeni bir mesele çıkardılar. Salâhattin Bey ve arkadaşları, Emin ve Süleyman Beyler Meclise bir önerge vererek mebus seçimi kanununun 14. maddesinin değiştirilmesini teklif ettiler. Bu teklif şu idi: “Büyük Millet Meclisi’ne üye seçilebilmek için Türkiye’nin bugünkü sınırları dahilindeki yerlerin halkından olmak veya mebus seçileceği seçim bölgesi ahalisinden olmak şarttır. Muhacirlikten gelenlerden Türk ve Kürtler iskânlarından itibaren beş sene geçmiş ise seçilebilirler. Diğer bilumum unsurların Türkiye’de doğmuş olanları bu haktan istifade etmiş olurlar”. Gizli görüş pek açıktı. Mustafa Kemal Paşa söz alarak bu teklifin doğruca şahıslara yönelttiğini belirtti ve çok etkili sözler söyledi. Teklif sahipleri bunun Mustafa Kemal Paşa’nın şahsına karşı olmadığını belirttiler. Önerge oya konmadı ve görüşme son buldu. Bu konu memlekette duyulunca her taraftan Meclise ve Mustafa Kemal Paşa’ya telgraflar geldi. Önergeyi verenler protesto edildiler. Lozan’da memleketimizin geleceği tartışılırken, memlekette birlik göstermek gerektiği halde, muhalif mebuslar ortalığı karıştırmaya çalışıyor ve bu hareketler bütün milleti üzüyordu.

Artık harpler bitmiş, yeni Türk Devleti’nin kurulması üzerine faaliyetler başlamıştı. Mustafa Kemal Paşa cephelerde mağlûp ettiği düşmandan sonra şimdi de, politik faaliyetlerle, Büyük Millet Meclisi’ndeki muhaliflerine karşı koyacak ve “Türkiye Cumhuriyeti’nin kurulması devriminden başlayarak, bütün devrimleri sıra ile gerçekleştirecekti.                           

                                                                                 Kâzım Özalp

Lord Curzon Yoktu Ortalıkta

Bu arada 9 Nisan 1923’te barış görüşmeleri Lozan’da yeniden başlamıştı. Lord Curzon yoktu ortalıkta. Yerine o güne kadar İstanbul’da İngiliz Yüksek Komiseri Sir Horace Rumbold geçmişti; bu da İngiltere’nin kısa süre önce tavrını değiştirdiğinin belirtisiydi. Bununla birlikte uzlaşmaya varılmcaya kadar yine de bir üç ayın daha geçmesi gerekti. [...]

                                                                                            Dagobert Von Mikush


İslam Ülkelerinden Ulaklar Gelip, Mustafa Kemal’e Müslüman Halkların Kendisini Halife Olarak Görmek Yolundaki Dileklerini İletiyordu

[...] 4 Mart’ta Abdülmecit İstanbul’u terk etti. Birkaç gün sonra onu otuz kadar Osmanlı hanedanı prensi ve prensesi izledi; bunlar Orient Ekspresi’yle Avrupa’ya, orada sürgünde yaşayan, sayıları hayli kabarık imparator ve krallarla, prens ve prenseslerle arkadaşlık etmek üzere gittiler.

Hilafetin kaldırılması İslam dünyasından daha çok, Avrupa’da heyecan uyandırdı. Kurtuluş Savaşı’nda Türkleri desteklemiş, davalarını İngiltere’ye götürmüş ve sürekli savunmuş olan Hint

Müslümanları protestolarda bulundular. Hicaz’da ya da Mısır'da yeni bir hilafet kurmak girişimleri oldu; fakat çok geçmeden vazgeçildi. Bu da o güne kadarki şekliyle hilafetin, en azından sadece geçmiş zamanın bir kalıntısı olduğunu gösteren bir işaretti. İslam birliği ülküsü, I. Dünya Savaşı’nda Müslümanlar, Hristiyanların safında Müslümanlara karşı savaştığı günden beri çoktan suya düşmüştü. Hilafeti kaldırması ve İslam dünyasından çözülmesinin Türkiye için intihar demek olacağı yolundaki kehanetler de boş çıkmıştı.

Halifenin kovulmasından sonra, Mustafa Kemal’in hilafeti üstlenmesini sağlamayı amaçlayan bir hareket başlatıldı. Bu doğrultuda zorlamalar yalnızca Millet Meclisi’nden kaynaklanmıyor, başka İslam ülkelerinden ulaklar gelip, Mustafa Kemal’e Müslüman halkların kendisini halife olarak görmek yolundaki dileklerini iletiyordu.

O günlerde, ülkesini kurtarmış bu kahraman için, İslamiyet’in bu en yüksek makamına geçmesi ve bu sıfatı aldıktan sonra da kendisini padişah ilan etmesi hiç de zor olmazdı. Halk yığınları onun padişahlık iktidarına yükselmesini doğal karşılar ve hatta sevinçle onaylardı. Eski hanedanı devirmeye ve halifeliği bile kaldırmaya kalkışmış olması sadece ününü artırmıştı.

O zaman neler olacağını tasarlamak boşa gevezelik olur. Belki de tarihteki rolü dramatik bir eğri çizerdi: Fırtınamsı, parlak bir yükseliş ve sonra birdenbire trajik bir devriliş. Ne var ki bu birinci konsül, bir Napolyon değildi. Onu hiçbir ham hayal kendine çekemiyor, hiçbir yükselme hırsı gözünü köreltmiyor, bütün romantik tasarımlar, bu gerçekçi, bu hesabını bilen adamdan uzak kalıyordu.

Kendisine hilafet önerisinde bulunan İslam ülkeleri temsilcilerine şöyle cevap vermişti: “Biliyorsunuz ki halife devlet başkanı demektir. Başlarında kralları ve imparatorları hükümran olan halkların istek ve önerilerini nasıl kabul edebilirim? Halifenin emirlerinin uygulanması ve yasaklara uyulması gerekir. Beni halife yapmak isteyenler, emirlerimi yerine getirebilecek durumda mıdırlar? Bu bakımdan ne anlamı ne de var olma hakkı bulunan hayali bir rolü üstlenmek gülünç olmaz mı?                                                

                                                                       Dagobert von Mlkusch

                            

Serendip Altındal

Özün Kişiliğindir...

Özün Kişiliğinin Aynasıdır (Eski makaleler)

serendipaltindal02.blogspot.com

serendipaltindal94@gmail.com