Blog Arşivi

15 Mayıs 2025 Perşembe

 


     

                                                                                           

 15.05.2025

 

β          Atatürk Üniversitesi’nde Doğu bölgesinin toplumsal yapısı ile ilgili araştırmalar yapan genç bir bilim adamının [İsmail Beşikçi’nin] sözleriyle, “1945 tarihinde, yani çok partili siyasal rejime geçişle birlikte, ağalar ve şeyhler iki yandan birden kuvvet almışlardır. Birincisi, oy mekanizmasının kitlelere verilmesiyle birlikte halkın değer kazanması, ağa ve şeyhin halk üzerindeki geniş nüfuzlarını kullanarak siyasi partiler için rey kaynağı haline gelmeleri, dolayısıyla siyasi iktidar için kıymetli bir kişi olmaya başlamaları, kincisi de siyasal iktidarın lütuflarına da mahzar olmaya başlayan ağa ve şeyhlerin halk önünde büsbütün kudretli kişiler haline gelmeleri.” (Avcıoğlu, 1995b: 529).

 

 

Tanzimat Döneminden beri ağalık, Ayanlık, şeyhlik gibi vasıf ve kurumların eşraf etiketiyle Tanzimat döneminden itibaren, halkın üstünde etkili olmaya başlayarak bugünlere kadar kısmen süregelen etkileri nedeniyle, Cumhuriyete geçilmesine rağmen, Anadolu köylüsünün önemli bir kesimi hala otonom olabilme yetisini kullanabilecek eğitimsel bir özveriye sahip olamadığı için, Demokratik hakların hala sorgulandığı bir günceli yaşıyoruz. Oysa 100 yıllık bir Cumhuriyet ülkesinde, anti beşer ve asosyal bütün unsurların artık telef edilmiş olması gerekiyordu. Esasen aynı nedenle de Atatürk Devrimleri, ki en önemlilerinden olan toprak reformu bile yapılamadan, kısmen tamamlanabilmiştir.

 

İşte o gün bu gündür çağ dışı bir AKP tek adam rejimini, maalesef hala yaşıyoruz. Ne ki yavaşta olsa demokrasiyi artık milletçe kavradığımız ve yeniden revize etmeye başlayacağımız günlere de yaklaşıyoruz. Başımızdaki tek adam külliyesi her ne kadar hak ve Adalet yolunu transit geçiyorsa da milli direnç, sonun başlangıcına her milli birlik buluşmasıyla adım adım yaklaşıyor.

 

 

β          Bir hakikati bir türlü kavrayamadık. Bir adam iki efendiye birden hizmet edemez. Ya Devlet ya şeyh ve beyler! Devlet, şeyh ve beylerin bu halka yaptığı hizmetleri aynı surette, aynı kolaylıkla yerine getirmezse, elbette şeyhine ve beyine bağlı kalır. Şeyh ve bey mahallindeki haksızlıkları ve meseleleri kendi geleneklerine, inançlarına göre hemen hallediyor. Bize gelince, bir nüfus kâğıdı çıkarmak için adamlar on gün dağlardan, taşlardan yaya yürüterek şehre getiriyoruz. Şeyh bir koyun hırsızını kendi ölçülerine göre hemen cezalandırıyor. Biz aynı hırsızı, koyunu çalınan adamı, şahitleri günlerce yürüterek şehre indirip aylarca süründürüyoruz. Bu halk, şu şartlar içinde elbette şeyhine ve beyine bağlı kalır ve kalacaktır (Avcıoğlu-Abdullah Paşa: 684).

 

 

Şayet Atatürk ‘milletin efendisi köylüdür’ demişse, o halde Anadolu köylüsü de bu görüşü değerlendirecek otonom bir özveri kazanmış demektir. Ki bilhassa Anadolu da yapılan milli birlik buluşmalarında önemli bir çoğunluğu, ‘Devletin turpla değil, Adaletle yönetildiğini’ söyleyen ve bu görüşü destekleyen köylülerin temsil ettiği görülüyorsa, bu görüşün topluma mal olduğu, doğruluğu da kendiliğinden anlaşılıyor. Tabi tam da bu noktada Devletin de köylü efendileri yönetebilecek seviyede olduğu, tartışılmamalıdır bile artık. Ki başında artık eşraf olmayan köylü de Devletine ‘EFENDİM’ diyebilsin. Ve böylece Devlet-Halk iletişimi, her türlü gürültüden(!) azat olabilsin.

 

 

β          Şehirlerde, sayı ve çeşit bakımından çoğalan ve hızı artan modern haberleşme araçlarıyla dış alemle sıklaşan ve yakınlaşan ilişkilerin sonucu yeni tüketim kalıpları benimsenmekte ve buna bağlı olarak refah kavramı ve seviyesi için erişilen kişinin çok üstünde bir istek doğmaktadır. Türk toplumu, gün geçtikçe daha çok ve daha yukarı nitelikteki unsurları kendisinin tabii ihtiyacı olarak görmektedir. (Avcıoğlu: 997).

 

 

Halbuki bütün siyasi mücadeleler Partilerin ‘daha adil ve toplumcu idare edeceğiz’ sloganlarıyla başlamıyor mu? Öyleyse her daim, iyiyi, doğruyu, mükemmeli aramıyor, her zaman hak, hukuk, adalet diye haykırmıyor muyuz? Yalnız bir an önce yenilemek zorunda olduğumuz eski Türkiye Düzenini temsil eden feodal yapıyı, tümüyle telef etmek zorunda olduğumuzu da unutmamamız gerekiyor.

 

Böylece artık tek bir toprak, tek bir kale kalmalıdır. Toprak, Anadolu Türkiye’si, kale ise Türkiye Cumhuriyeti Misakıdır. Yeni Türkiye Düzeninde elbette ve bilhassa Anayasanın, tek adam Hükümetinin ihlal ettiği maddelerinden başlamak üzere ilk dört maddesi de dahil olmak üzere betone edilerek, ihlalleri ağır cezalık hale getirilerek, suçluyu karakola uğramadan doğrudan hapishaneye sevk edecek müeyyidelerle yapılandırılmalıdır.

 

Aynı bağlamda, USA-Trump paradoksuyla İstanbul Kanal-rantiyesi şayet geçekleşirse, Montrö ihlali de aktive edileceğinden İstanbul dolayısıyla da Türkiye’miz, yeni Dünya Harbinde ilk hedef olacaktır. İşte tam da bu nedenle, gevşeyen düşünce kemerlerinizin, artık sıkıştırılması ya da determinist düşüncenin asla terkedilmemesi gerekiyor.

 

Ayrıca fay bölgesi olan İstanbul’da, toprağın üstünde zelzele tedbirleri alınması, sosyal bir zorunluluk oluşturmuşken, toprağın altıyla uğraşmak, yeni facialara davetiye çıkartmak ve İstanbul’u bir toplu mezara dönüştürmek olacaktır. AKP kalesi olduğu söylenen Konya da yapılan mitingde, memleketi satan müstevlilere söylenmesi gerekenleri, birlikteki on binlere söyleten Özal’a, S. Süreyya Önder’in cenaze töreninde yapılan ve Kılıçdaroğlu’na, vaktiyle yapılmış olan saldırıyı da anımsatan bir tekrarın, esasen bataklıkta telef olmakta olan bir cemaatin can havliyle uzanmış eliyle yapılmış olması nedeniyle, bu cibilliyetsizliğin aslında bahsine bile gerek yoktur.

 

Yalnız saldırıyı yapan yaşlı, sabıkalı bir sapık ve muhtemelen de bunak olduğu için, darp edilmekten son dakikada kurtulmuştur. Ne ki bu saldırının, CHP’lilerin telef edilmesi provokasyonundan sonra yapılmış olması, tertip olduğu açık olan bu saldırıyı yaptıranlarında tespit edilmesini, emsalleri önlemek bağlamında, şüphesiz zorunlu hale getirmiştir. Yalnız böyle bir saldırının, yine yanlış bir hesaplamayla, aslında milli birlik saflarını daha da pekiştirdiğini söylemek, herhalde yanlış olmayacaktır.

 

Netice de gelinen nokta şu ki; İstiklal döneminde olduğu gibi, ama silahsız olan bir Kuvayı Milliye dönemi başlamıştır artık. Zira kullanım tarihi çoktan bitmiş, teokratik bir sistemi hala yaşatmak veya gündemde kalmasını sağlamaya çalışan toplama bir çete Devleti belasından kurtulmanın başka yolu yoktur. Ve ‘CAN’ rant ihtirasına dönüşmüşse, can diye tanımlanamaz artık. Çünkü otokrasi, bir azınlığın, çoğunluğu idare ettiğini sandığı bir geçiş dönemidir. Ve saati çaldığında, bütün eskimişler gibi tarihin tozlu raflarında unutulmaya mahkûmdur.

 

Trump’ın bundan böyle yeni USA modeliyle terör lejyonlarını desteklememe kararı alması, her ne kadar onları kullanmayacağını resmen ifade etmemiş olsa da PKK’nın silah bırakmasını yine de etkilemiş olabilir. Şimdi dikkatle beklenmelidir, yakında kokusu çıkar nasıl olsa.

 

Çünkü Türk-Kürt kardeşliğinin Demokratik çerçevede gerçekleşebilmesi için en azından erken seçimler garanti edilerek, yeni bir Demokratik TBMM oluşması beklenecektir şüphesiz. Çünkü AKP rejimi kimseye güven vermemektedir. Kürt kardeşliği duyargası, bütün kardeşlik hak ve adaletini elinde tutarak, AKP treninin kargo vagonuna tekrar paketlenmek istemediğini açık olarak belirtmiştir. Ancak böylelikle ve seçim sonrası yeni bir Hükümetle, Demokratik değişim süreci başarıyla sonuçlandırılabilir. Aksi halde, olası bir fesih kararı bile güven vermeyecektir.

 

Çünkü fesih, emperyalist için terörün salt bir isim değişikliğidir. Ayrıca PKK silahlarının Irak’a bırakılması da bu gerçeğin göstergesidir. Ne var ki, Türkler ve Kürtler’in kardeş olduğu, asla unutulmamalıdır. O halde Kürtler Türkiye Cumhuriyeti’nin çatısı altında, tam ve eşit haklarda olmalıdır. Yalnız erken seçim şartı konmadan silah bırakılması, şüphe celbediyor. Zira çözümün oldubittiye getirilmesi, Erdoğan’a uzatmaları oynayabilmesi için, USA tarafından yollanan bir can yeleği algısı uyandırıyor.

 

Yalnız ve her halükârda kardeşlik bağlarının, Türkiye Cumhuriyeti’nin tüzel ve evrensel kimlik gerçeğinin, 1924 anayasal temeli ve çatısıyla asla oynamayan; ama tam bir Demokratik Meclis yapılaşmasıyla, tüm Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlarını kapsayan bir Meclis çözümlemesiyle yasallaşmak zorunda olduğunu, hele de barış düzenlemesinde, Türkiye Cumhuriyeti’nin tapu senedi olan Lozan’dan bahis dahi edilmemesini, bilmem anımsatmaya gerek var mı?

 

Anayasanın 66. Maddesi aslında bütün Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlarının, vatandaşlığını onaylayan bir maddedir. Bu vatandaşların içinde elbette Kürtler de vardı. O halde bu maddeyle ne yapmak istiyorsunuz, yoksa Kürtlere birde özerklik mi verilmesi düşünülüyor. O zaman orada durun bakalım! Çünkü o madde sizleri aşar. Ve başlangıç noktasına yeniden dönmüş olursunuz. Sonuç itibarıyla, gelişmelere bakıldığında, DEM Partisi dosyasının tekrar mercek altına alınacağı anlaşılıyor.

 

Emperyalist USA&CIA imali bir bölücü terör örgütü olan ve yıllardır mücadele ettiğimiz PKK’nın, alelacele oluşturulan bir çözüm süreciyle aniden gündem yapılması; hem de bu işlemin, başından itibaren Lozan antlaşmasına ve Türkiye Cumhuriyeti’ne karşı olan ve USA ile aynı paralelde bir görüntü vermesi, şimdi analiz nedeni olmak zorundadır.

 

Çünkü Türkiye Cumhuriyeti’ni federe bir sömürge devleti yapmaya yönelik çalışmaları, BOP safsatasıyla ülkemin başına koydukları tek adam iktidarıyla da yıllardır deneyen; ama bunu başaramayan USA, maşası PKK’nın tam da sonunun gelmekte olduğu bir noktada, yeniden aynı amaçla cepheye sürülmüş olması veya olmaması, hiç şüphe yok ki açıklık kazanmak zorundadır. Yoksa hiç kimsenin, salt barış ve art niyetsiz demokratik bir ortak yaşama asla itirazı yoktur.

 

Benim tavsiyem; Sayın Sinan Meydan’ın gayet açık ve net olarak betimlediği ve içinde misak ı milliye dahil hiçbir eksiği olmayan Lozan Antlaşmasını, okumamış olan Türkiye Cumhuriyeti Ulusal Devleti Vatandaşlarının, kendi müktesebatları bağlamında dikkatle okuyarak anlamalarıdır. Çünkü ULUSAL TÜRKİYE CUMHURİYETİ DEVLETİ bağımsız, laik ve ayrışımsız olarak hepimizindir.

 

Sözün özüyse; yani laik, bağımsız Türkiye Cumhuriyeti’nin egemenliği ve üniter Devlet kimliğinden asla taviz verilmemelidir. Unutulmamalıdır ki PKK militanlarının anaları bile, 1924 İstiklal anayasasından önce daha henüz doğmamışlardı. Yalnız bilinmesi gereken; kolay çözümlenemeyecek olan bu konunun, daha çok yorum ve tartışma kaldıracak olduğudur…       

 

                                                                       Serendip Altındal

 

Özün Kişiliğindir...

Özün Kişiliğinin Aynasıdır (Eski makaleler)

serendipaltindal02.blogspot.com

serendipaltindal94@gmail.com